GECE YARISI GÜNEŞİ

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
GECE YARISI GÜNEŞİ

yok


    GECE YARISI GÜNEŞİ (TEORİLER) 10.BÖLÜM

    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 13
    Kayıt tarihi : 31/01/10
    Nerden : ANKARA

    GECE YARISI GÜNEŞİ (TEORİLER) 10.BÖLÜM Empty GECE YARISI GÜNEŞİ (TEORİLER) 10.BÖLÜM

    Mesaj  Admin Ptsi Şub. 01, 2010 9:37 am

    TEORİLER

    “Sadece bir tane Ndaha sorabilir miyim?” dedi isteğime cevap vermek yerine.
    En kötüsü için endişeliydim; ama yine de bu anı uzatmak ne kadar
    cezbediciydi. Bella’nın, isteğiyle, sadece birkaç saniye daha yanımda olması. İkilem
    üzerine iç çektim ve sonra “Bir tane.” dedim.
    “Peki…” hangi soruyu soracağına karar verir gibi bir an tereddüt etti.
    “Kitapçıya girmeyip güneye doğru gittiğimi bildiğini söyledin. Bunu nasıl bildiğini
    merak ediyorum.”
    Camdan dışarı baktım. İşte yine onun tarafından hiçbir şey ele vermeyip,
    benden çok fazla verecek bir soru.
    “Kaçamak cevapları geçtik sanıyordum.” dedi, ses tonu eleştiri ve hayal
    kırıklığı doluydu.
    Ne kadar ironik. Denemeye bile çalışmadan kendisi acımasızca kaçamaklıydı.
    Eh, açık olmamı istiyordu ve bu konuşma zaten iyi bir yere gitmiyordu.
    “Tamam o zaman.” dedim. “Kokunu takip ettim.”
    Yüzünü izlemek istedim; ama göreceğim şeyden korkuyordum. Onun yerine
    soluğunun hızlanıp, sonra düzenli hale gelişini dinledim. Bir süre sonra tekrar
    konuştu ve sesi beklediğimden daha sakindi.
    “Ve ilk sorularımdan birini cevaplamadın…” dedi.
    Kaşlarımı çatarak ona baktım. O da vakit kazanmaya çalışıyordu.
    “Hangisi?”
    “Nasıl çalışıyor – zihin okuma yeteneği?” diye sordu. İstediğin kişinin aklını
    istediğin yerde okuyabiliyor musun? Bunu nasıl yapıyorsun? Ailenin geri kalanı…?”
    Tekrar kızararak, sorusunu yarıda kesti.
    “Bu birden fazla.” dedim.
    Cevap bekleyerek bana baktı.
    Ve ona söylememem için ne sebep vardı ki? Çoğunu zaten tahmin etmişti ve
    bu, belli belirsiz gözüken konudan daha kolaydı.
    “Hayır, sadece ben varım ve istediğim kişiyi istediğim yerde duyamıyorum.
    Yakın olmam gerekli. Tanıdığım kişilerin… seslerini daha uzaktan duyabiliyorum;
    ama yine de birkaç milden daha fazla değil.” Anlayacağı şekilde anlatmaya çalıştım.
    Bağlantı kurabileceği bir benzetme. “Kalabalık bir odanın içinde herkesin aynı anda
    konuşması gibi bir şey. Sadece bir uğultu – arka planda vızıldayan sesler. Birine
    odaklandıktan sonra, düşüncelerini net olarak duyabiliyorum. Genelde hepsini
    arkaya atabiliyorum – çok dikkat dağıtıcı olabiliyorlar. Ve sonra, normal gözükmek
    daha kolay oluyor,” –Yüzümü buruşturdum – “kazara birinin sözleri yerine
    düşüncelerine cevap vermediğim zaman.”
    “Sence beni duyamamanın sebebi ne?” diye sordu.
    Ona başka bir gerçek ve başka bir örnek verdim.
    “Bilmiyorum.” diye itiraf ettim. “Yapabildiğim tek tahmin belki beyninin
    diğerleriyle aynı şekilde çalışmıyor olabileceği. Senin düşüncelerin AM
    dalgasındayken, ben sadece FM dalgasını algılayabiliyormuşum gibi.”
    Bu benzetmeden hoşlanmayacağını anladım. Tepkisini hayal etmek beni
    gülümsetti.
    “Beynim doğru çalışmıyor öyle mi?” diye sordu sesi üzüntüyle yükselerek.
    “Yani ben bir ucubeyim?”
    Ah, yine ironi.
    “Ben kafamın içinde sesler duyuyorum ve sen ucube olduğundan
    endişeleniyorsun.” Güldüm. Bütün küçük şeyleri anlıyordu; ama yine de büyük
    şeylerde geriydi. Her zaman yanlış içgüdüler…
    Bella dudağını ısırıyordu ve kaşlarının arasındaki kıvrım derinleşmişti.
    “Merak etme,” diye güvence verdim. “Bu sadece bir teori…” Ve ortada
    tartışılacak daha önemli bir teori vardı. Atlatmak için sabırsızdım.
    “Ki bu da bizi tekrar sana yönlendiriyor,” dedim.
    İç çekti, hala dudağını ısırarak – kendini inciteceğinden endişelendim – yüzü
    sıkıntılı, gözlerime baktı.
    “Kaçamak cevapları geçmemiş miydik?” diye sordum sessizce.
    Bir ikilemle boğuşarak aşağı baktı. Birdenbire dikeldi ve gözleri kocaman
    açıldı. İlk defa yüzünde korku belirdi.
    “Aman Tanrım!” diye soludu.
    Panikledim. Ne görmüştü? Onu nasıl korkutmuştum?
    Sonra bağırdı. “Yavaşla!”
    “Sorun ne?” Dehşetin nereden geldiğini anlayamamıştım.
    “Saatte 100 mille gidiyorsun!” Pencereden dışarı baktı ve arkamızdan yarışan
    karanlık ağaçlardan ürktü.
    Bu küçük şey, sadece biraz hız, onun korkuyla bağırmasına mı neden
    olmuştu?
    Gözlerimi devirdim. “Sakin ol Bella.”
    “Bizi öldürmeye mi çalışıyorsun?” diye sordu, sesi yüksek ve gergindi.
    “Bir yere çarpmayacağız.” diye söz verdim.
    Keskin bir nefes aldı ve sonra biraz daha normal bir tonla konuştu. “Niye bu
    kadar acele ediyorsun?”
    “Ben her zaman böyle sürerim.”
    Yüzüne baktım ve şoka girmiş ifadesiyle eğlendim.
    “Gözlerini yolda tut!” diye bağırdı.
    “Daha önce hiç kaza yapmadım Bella. Ceza bile almadım.” Sırıttım ve alnıma
    dokundum. Bu olayı daha da komik yapıyordu – ona bu kadar garip ve gizli bir
    şeyle ilgili şaka yapabilmenin gülünçlüğü. “İçinde radar bulucu var.”
    “Çok komik,” dedi alayla, sesi korkulu olmaktan çok öfkeliydi. “Charlie bir
    polis, hatırladın mı? Ben trafik kurallarına uymam öğretilerek büyütüldüm. Ayrıca,
    eğer bir ağaca çarpıp bizi Volvo pestiline çevirirsen, büyük ihtimalle kalkıp
    yürüyebilirsin.”
    “Muhtemelen.” dedim ve neşesizce güldüm. Evet, bir araba kazasında
    başımızdan farklı şeyler geçerdi. Araba sürme becerilerime rağmen, korkmakta
    haklıydı… “Ama sen yapamazsın.”
    İç çekerek yavaşladım. “Mutlu musun?”
    Hız göstergesine baktı. “Neredeyse.”
    Bu hala ona göre hızlı mıydı? “Yavaş sürmekten nefret ediyorum.” diye
    mırıldandım; ama yine de iğnenin bir çentik daha inmesine izin verdim.
    “Bu mu yavaş?”
    “Araba sürüşüme bu kadar yorum yeter.” dedim sabırsızca. Bana sorumu kaç
    kere tekrarlattıracaktı? Üç kere? Dört? Teorileri o kadar korkunç muydu? Bilmek
    zorundaydım – hemen. “Hala son teorini bekliyorum.”
    Tekrar dudağını ısırdı ve ifadesi üzüntülü, neredeyse acılı bir şekle büründü.
    Sabırsızlığıma hakim oldum ve sesimi yumuşattım. Strese girmesini
    istemiyordum.
    “Gülmeyeceğim.” diye söz verdim, bunun onu konuşmaya isteksiz yapan tek
    utanç olmasını umarak.
    “Daha çok bana kızmandan korkuyorum.” diye fısıldadı.
    Sesimi normal kalması için zorladım. “O kadar kötü mü?”
    “Evet, oldukça.”
    Gözlerime bakmayı reddederek aşağı baktı. Saniyeler geçti.
    “Devam et.” diye cesaretlendirdim.
    Sesi alçaktı. “Nasıl başlayacağımı bilmiyorum.”
    “Niye başından başlamıyorsun?” Yemekten önceki sözlerini hatırladım.
    “Kendi başına varmadığını söylemiştin.”
    “Hayır.” diye katıldı ve yine sessizlik oldu.
    Ona ilham vermiş olabilecek şeyleri düşündüm. “Nereden başladı – bir kitap?
    Bir film?”
    Evde yokken koleksiyonlarına bakmalıydım. Bram Stoker ya da Anne Rice’ın
    orada olup olmadığı hakkında hiçbir fikrim yoktu.
    “Hayır.” dedi tekrar. “Cumartesi günü, kumsalda.”
    Bunu beklemiyordum. Hakkımızdaki yerel dedikodular hiçbir zaman çok
    garip ya da çok açık olmamıştı. Kaçırdığım yeni bir söylenti mi vardı? Bella
    ellerinden bana baktı ve yüzümdeki şaşkınlığı gördü.
    “Eski bir aile dostuna rastladım – Jacob Black.” diye devam etti. “Babası ve
    Charlie benim bebekliğimden beri arkadaş.”
    Jacob Black – isim tanıdık değildi ama yine de bana bir şeyi hatırlatıyordu…
    bir zamanı, çok önce… Ön camdan dışarı bakarak bir bağlantı bulabilmek için anıları
    gözden geçirdim.
    “Babası Quileute büyüklerinden biri.” dedi.
    Jacob Black. Ephraim Black. Bir torun, şüphesiz.
    Bu olabileceğin en kötüsüydü.
    Gerçeği biliyordu.
    Araba yolun kıvrımlarının çevresinden uçarken vücudum acıyla katılaşmıştı –
    arabayı sürmek için gerekli olan otomatik eylemler dışında hareketsizdim.
    Gerçeği biliyordu.
    Ama… eğer gerçeği cumartesi öğrendiyse… o zaman bütün akşam boyunca
    biliyordu… ve yine de…
    “Yürüyüşe çıktık.” dedi. “Bana eski efsanelerden bahsediyordu – korkutmaya
    çalışıyordu sanırım. Bir tane anlattı…”
    Durakladı; ama artık rahatsızlığa gerek yoktu; ne söyleyeceğini biliyordum.
    Kalan tek gizem onun şimdi niye benimle olduğuydu.
    “Devam et.” dedim.
    “Vampirlerle ilgili,” dedi, sesi bir fısıltıdan daha alçaktı.
    Bir şekilde, kelimeyi sesli söylediğini duymak, bildiğini bilmekten de daha
    kötüydü. Kulağa geliş biçiminden irkildim; ama sonra kendimi tekrar kontrol altına
    aldım.
    “Ve sen de hemen beni mi düşündün?” diye sordum.
    “Hayır. O… ailenden bahsetti.”
    Ephraim’in kendi soyundan birinin antlaşmayı bozması ne kadar ironikti.
    Torun, belki de torunun çocuğu. Kaç yıl olmuştu? Yetmiş?
    Efsanelere inanan yaşlı adamların tehlike olmadığını anlamalıydım. Tabii ki,
    genç nesil – uyarılmış; ama bu inançları gülünç bulan nesil – tabii ki, açığa çıkma
    tehlikesi orada yatıyordu.
    Sanırım bu, benim kıyıdaki küçük, savunmasız kabileye saldırmakta serbest
    olduğum anlamına geliyordu. Ephraim ve koruyuculardan oluşan sürüsü uzun süre
    önce ölmüştü…
    “Sadece gülünç bir batıl inanç olduğunu düşünüyor.” dedi Bella aniden, sesi
    yeni bir endişeyle dolu olarak. “Bunların hiçbirine inanmamı beklemedi.”
    Gözümün kenarından, ellerini zorlukla büktüğünü gördüm.
    “Benim hatamdı,” dedi kısa bir duraklamadan sonra ve utanmışçasına başını
    eğdi. “Onu söylemeye ben zorladım.”
    “Niye?” Sesimi normal tutmak artık o kadar zor değildi. En kötü şey zaten
    olmuştu.Açığa çıkan şeyin detaylarını konuştukça, sonuçlarına gelmemize gerek
    kalmayacaktı.
    “Lauren seninle ilgili bir şey söyledi – beni kızdırmaya çalışıyordu.” Anıyı
    hatırlayınca yüzünü buruşturdu. Bella’nın birinin benim hakkında konuşması
    üzerine niye kızacağını merak ettim, hafifçe dikkatim dağıldı… “Çocuklardan bir
    tanesi de senin ailenin bu bölgeye gelmediğini söyledi; ama söylediklerinin altında
    başka bir şey kastetmiş gibi geldi. O yüzden Jacob’ı yalnız yakaladım ve onu
    kandırarak ağzından laf aldım.”
    Bunu itiraf ettiğinde başını daha da aşağı eğdi ve yüz ifadesi… suçlu göründü.
    Ondan uzağa baktım ve güldüm. O suçlu mu hissediyordu? Herhangi bir çeşit
    suçlama hak eden ne yapmış olabilirdi ki?
    “Nasıl?”
    “Flört etmeye çalıştım – tahmin ettiğimden daha çok işe yaradı.” diye açıkladı
    ve sesi bu başarının anısını düşününce kuşkucu çıktı.
    Sadece hayal edebilirdim – tamamen farkında olmadan, erkek her şeye olan
    cazibesi düşünülürse – eğer çekici olmaya çalışırsa ne kadar karşı konulamaz
    olacağını.
    Birdenbire o kuşkusuz çocuğa karşı acımayla doldum.
    “Bunu görmek isterdim,” dedim ve tekrar kara mizahla güldüm. Çocuğun
    tepkisini görmeyi dilerdim, harap oluşuna kendim şahit olmayı. “Ve sen beni
    insanları büyülemekle suçluyorsun – zavallı Jacob Black.”
    Açığa çıkmamın sebebi olan oğlana beklediğim kadar sinirli değildim.
    Bilmiyordu. Ve birinden bu kızın istediği şeyi reddetmesini nasıl bekleyebilirdim?
    Hayır, sadece onun çocuğun zihnine verdiği hasara acırdım.
    Yüzünün kızarmasının aramızdaki havayı ısıttığını hissettim. Ona bir bakış
    attım, camdan dışarı bakıyordu. Tekrar konuşmadı.
    “Ondan sonra ne yaptın?” diye sordum. Korku hikayesine geri dönme
    vaktiydi.
    “İnternette biraz araştırma yaptım.”
    Her zaman pratik. “Ve bu seni ikna etti mi?”
    “Hayır.” dedi. “Hiçbir şey uymadı. Çoğu saçmaydı. Ve sonra–”
    Tekrar sözünü yarıda bıraktı ve dişlerinin birbirine kenetlendiğini duydum.
    “Ne?” diye sordum. Ne bulmuştu? Kabusla ilgili ne ona mantıklı gelmişti?
    Kısa bir duraklamadan sonra fısıldadı, “Önemli olmadığına karar verdim.”
    Şok yarım saniyeliğine bütün düşüncelerimi dondurdu ve sonra hepsini
    yerine oturttu. Arkadaşlarıyla kaçmak yerine niye onları uzaklaştırdığını. Niye kaçıp,
    polis diye bağırmak yerine benim arabama bindiğini.
    Tepkileri her zaman yanlıştı – her zaman tamamen yanlıştı. Tehlikeyi kendi
    çekiyordu. O davet ediyordu.
    “Önemli değil mi?” dedim dişlerimin arasından, öfkeyle dolu olarak.
    Korunmamaya bu kadar… bu kadar... bu kadar kararlı olan birini nasıl
    koruyacaktım?
    “Hayır.” dedi alçak bir sesle. “Ne olduğun benim için önemli değil.”
    İnanılmazdı.
    “Bir canavar olmama aldırmıyor musun? İnsan olmamama?”
    “Hayır.”
    Niye bu kadar kararlı olduğunu merak etmeye başladım.
    Sanırım ona en iyi bakımı ayarlayabilirdim… Carlisle’ın en becerikli
    doktorlarla, en yetenekli terapistlerle bağlantıları olmalıydı. Belki onunla ilgili ne
    sorun varsa, bir vampirin yanında kalbinin düzenli ve sakince atmasına neden olan
    her neyse, onu düzeltmek için bir şeyler yapılabilirdi. Bakımı izlerdim, doğal olarak,
    ve izinli oldukça onu ziyaret ederdim…
    “Öfkelisin.” diye iç çekti. “Hiçbir şey söylememeliydim.”
    Sanki bu rahatsız edici eğilimlerini saklamak herhangi birimize yardım
    edermiş gibi.
    “Hayır. Ne düşündüğünü bilmeyi tercih ederim – düşündüğün şey delice olsa
    bile.”
    “Yine haksız mıyım o zaman?” diye sordu biraz savaşçı bir tavırla.
    “Kastettiğim o değildi!” Dişlerim tekrar birbirine kilitlendi. “’Önemli değil!’”
    diye tekrarladım.
    Soluğu kesildi. “Haklı mıyım?”
    “Fark eder mi?”
    Derin bir nefes aldı. Cevabını öfkeyle bekledim.
    “Pek değil.” dedi, sesi tekrar toparlanmıştı. “Ama merak ediyorum.”
    Pek değil. Gerçekten önemli değildi. Umurunda değildi. Benim insan
    olmadığımı, bir canavar olduğumu biliyordu ve bu onun için gerçekten önemli
    değildi.
    Akli dengesi konusundaki endişelerimin yanında, içimde umudun
    kabardığını hissettim. Onu bastırmaya çalıştım.
    “Neyi merak ediyorsun?” diye sordum. Artık sır kalmamıştı, sadece küçük
    ayrıntılar vardı.
    “Kaç yaşındasın?” diye sordu.
    Cevabım yerleşmişti ve otomatikti. “On yedi.”
    “Peki ne kadar zamandır on yedi yaşındasın?”
    Tepeden bakan tonuna gülmemeye çalıştım. “Bir süredir.” diye itiraf ettim.
    “Tamam.” dedi, aniden istekle. Bana gülümsedi. Ruh sağlığıyla ilgili
    endişelenerek ona geri baktığımda daha da genişçe güldü. Yüzümü buruşturdum.
    “Gülme,” diye uyardı. “Ama nasıl gündüzleri dışarı çıkabiliyorsun?”
    İsteğine rağmen güldüm. Araştırmasında alışılmadık hiçbir şey
    yakalayamamıştı anlaşılan. “Efsane.” dedim.
    “Güneşte yanma?”
    “Efsane.”
    “Tabutlarda uyuma?”
    “Efsane.”
    Uyku uzun zamandır hayatımın bir parçası olmamıştı – Bella’nın rüya
    görüşünü izlediğim bu son gecelere kadar.
    “Ben uyuyamam.” diye mırıldandım sorusuna daha geniş cevap vererek.
    Bir anlığına sessizdi.
    “Hiç mi?”
    “Hiç.”
    Gür kirpiklerinin altındaki büyük gözlerine baktım ve uyumaya özlem
    duydum. Daha önceki gibi kayıtsızlık için, sıkıntıdan kaçmak için değil, rüya görmek
    istediğim için. Belki bilinçsiz olabilirsem, rüya görebilirsem, birkaç saatliğine onunla
    beraber olabileceğim bir dünyada yaşayabilirdim. O benimle ilgili düş görüyordu.
    Ben de onunla ilgili görmek istiyordum.
    Bana baktı, ifadesi merakla doluydu. Gözlerimi kaçırmak zorunda kaldım.
    Ben onu düşleyemezdim. O beni düşlememeliydi.
    “Daha en önemli soruyu sormadın.” dedim, sessiz göğsüm öncekinden daha
    soğuk ve sert bir halde. Anlamaya zorlanmak zorundaydı. Bir noktada, şimdi ne
    yapıyor olduğunu anlamak zorundaydı. Bunların hepsinin önemli olduğunu
    anlamaya zorlanmalıydı – diğer her etkenden daha fazla. Onu sevdiğim gerçeği gibi
    etkenlerden.
    “Hangi soru?” diye sordu şaşırarak.
    Bu sadece sesimi daha da sertleştirdi. “Nasıl beslendiğim hakkında endişeli
    değil misin?”
    “Ah. O soru.” Değerlendiremeyeceğim bir tonda konuşmuştu.
    “Evet, o soru. Kan içip içmediğimi öğrenmek istemiyor musun?”
    Sorumdan irkildi. Sonunda. Anlıyordu.
    “Jacob bu konuda bir şey söyledi.” dedi.
    “Jacob ne dedi?”
    “İnsanları avlamadığınızı söyledi. Ailenin tehlikeli olmaması gerektiğini,
    çünkü sadece hayvanları avladığınızı söyledi.”
    “Tehlikeli olmadığımızı mı söyledi?”
    “Tam değil. Tehlikeli olmamanız gerektiğini söyledi; ama Quileute’ler sizi
    hala topraklarında istemiyorlarmış, sadece önlem olarak.”
    Düşüncelerim umutsuz bir hırlama içindeyken ve boğazım tanıdık susuzlukla
    ağrırken yola baktım.
    “Yani haklı mıydı?” diye sordu sakince, sanki hava durumu sunuyormuş gibi.
    “İnsanları avlamama konusunda?”
    “Quileute’lerin hafızaları güçlüdür.”
    Düşünceyle başını salladı.
    “Bu seni rahatlatmasın.” dedim çabucak. “Bizle mesafelerini korumakta
    haklılar. Hala tehlikeliyiz.”
    “Anlamadım.”
    “Deniyoruz.” dedim. “Genelde yaptığımız şeyde iyiyiz. Bazen hatalar
    yapıyoruz. Ben, örneğin, kendime seninle yalnız olma izni vererek.”
    Kokusu hala arabanın içinde bir kuvvetti. Alışmaya başlıyordum, nerdeyse
    görmezden gelebiliyordum; ama vücudumun onu hala yanlış nedenden arzuladığını
    inkar edemezdim. Ağzım zehir içinde yüzüyordu.
    “Bu bir hata mı?” diye sordu, tonunda kalp kırıklığı vardı. Sesi beni silahsız
    bıraktı. O benimle birlikte olmak istiyordu – her şeye rağmen, o benimle olmak
    istiyordu.
    Umut tekrar kabardı ve ben onu geri bastırdım.
    “Çok tehlikeli bir hata.” dedim ona dürüstçe.
    Bir süre cevap vermedi. Soluk alıp verişinin değiştiğini duydum – korku gibi
    gelmeyen garip şekillerde aksadı.
    “Daha çok şey anlatsana.” dedi aniden, sesi ıstırapla bozulmuştu.
    Onu dikkatle inceledim.
    Acı çekiyordu. Buna nasıl izin vermiştim?
    “Ne öğrenmek istiyorsun?” diye sordum, onu acı çekmekten kurtaracak bir
    yol düşünmeye çalışarak. İncinmemeliydi. Onun incinmesine izin veremezdim.
    “Niye insanların yerine hayvanları avladığınızı söyle.” dedi hala ıstırap içinde.
    Besbelli değil miydi? Ya da belki bu da onun için önemli değildi.
    “Canavar olmak istemedim.” diye mırıldandım.
    “Ama hayvanlar yeterli mi?”
    Başka bir karşılaştırma aradım, onun anlayabileceği bir yol. “Emin
    olamıyorum, tabii ki; ama ben bunu tofu ve soya sütüyle yaşamaya benzetiyorum;
    kendimize vejetaryen diyoruz, aramızda yaptığımız bir şaka. Açlığı – daha doğrusu
    susuzluğu – tamamen gidermiyor; ama bize karşı koymak için yetecek kadar güç
    veriyor. Çoğu zaman.” Sesim alçaldı; onun içinde olmasına izin verdiğim tehlikeden
    utanıyordum. İzin vermeye devam ettiğim tehlikeden… “Bazen diğerlerinden daha
    zor oluyor.”
    “Şimdi senin için çok mu zor?”
    İç çektim. Tabii ki benim cevap vermek istemediğim soruyu soracaktı. “Evet.”
    diye itiraf ettim.
    Fiziksel tepkisini bu sefer doğru tahmin ettim: nefes alıp verişi düzenli
    aralıklarlaydı, kalp atışı da düzenini takip ediyordu. Bunu beklemiştim; ama
    anlayamamıştım
    Nasıl olurdu da korkmazdı?
    “Ama şimdi aç değilsin.” diye fikrini belirtti, kendinden tamamen emin bir
    şekilde.
    “Niye böyle düşünüyorsun?”
    “Gözlerin,” dedi, ses tonu laubaliydi. “Bir teorim olduğunu söylemiştim. Fark
    ettim ki, insanlar – özellikle erkekler – aç olduklarında daha aksi oluyorlar.”
    Tanımlamasına güldüm: aksi. Bu hafif kalıyordu; ama her zamanki gibi
    haklıydı.
    “Dikkatlisin değil mi?” Tekrar güldüm.
    Hafifçe gülümsedi, kaşlarının arasındaki kıvrım, sanki bir şeye
    odaklanıyormuş gibi geri döndü.
    “Bu hafta sonu Emmett’le avlanıyor muydunuz?” diye sordu gülüşüm
    kesildiğinde.
    Sıradan şekilde konuşması sinir bozucu olduğu kadar büyüleyiciydi de. Bu
    kadar şeyi kabul edip aşabilir miydi? Ben, şoka girmeye onun gözüktüğünden daha
    yakındım.
    “Evet.” dedim ve sonra burada bırakacakken, restorandaki o garip dürtüyü
    hissettim: Onun beni tanımasını istiyordum. “Gitmek istemedim,” diye devam ettim,
    “ama gerekliydi. Susamış değilken senin etrafında olmak biraz daha kolay.”
    “Niye gitmek istemedin?”
    Derin bir nefes aldım ve gözlerine bakmak için döndüm. Bu çeşit dürüstlük,
    çok farklı bir şekilde zordu.
    “Bu beni… endişelendiriyor.” Sanırım bu kelime yeterliydi, yeterince güçlü
    olmasa da, “Senden uzak olmak. Geçen perşembe okyanusa düşmemeni ya da bir
    şeylere çarpmamanı isterken şaka yapmıyordum. Bu gece olanlardan sonra, bütün
    hafta sonunu bir yerlerine bir şey yapmadan atlatabildiğine şaşırdım.” Sonra
    avuçlarındaki çizikleri hatırladım. “Eh, tamamen atlatamamışsın.” dedim.
    “Ne?”
    “Ellerin,” diye hatırlattım.
    İç çekti ve yüzünü buruşturdu. “Düştüm.”
    Doğru tahmin etmiştim. “Ben de öyle düşünmüştüm.” dedim gülümsememi
    zaptedemeyerek. “Sanırım, sen olunca çok daha kötü olabilirdi – ve bu ihtimal
    uzakta olduğum bütün zaman boyunca bana işkence çektirdi. Çok uzun bir üç
    gündü. Gerçekten Emmett’in sinirlerini bozdum.” Açıkçası, bu geçmiş zamana ait
    değildi. Muhtemelen hala Emmett’i ve ailemin kalanını da rahatsız ediyordum. Alice
    dışında…
    “Üç gün?” diye sordu, sesi aniden keskinleşmişti. “Sen dün gelmedin mi?”
    Tonundan bir anlam çıkaramadım. “Hayır, pazar günü döndük.”
    “O zaman niye hiçbiriniz okulda değildiniz?” diye sordu. Öfkesi kafamı
    karıştırdı. Bu sorunun mitolojiyle ilişkili olduğunu anlamış gözükmüyordu.
    “Güneşin bana zarar verip vermediğini sordun ve vermiyor,” dedim. “ama
    güneş ışığında dışarı çıkamam, en azından, insanların beni görebileceği yerlerde
    değil.”
    Bu gizemli rahatsızlığından dikkatini dağıttı. “Niye?” diye sordu kafasını
    yana eğerek.
    Bu sefer açıklamak için uygun bir benzetme bulabileceğimden şüpheliydim. O
    yüzden ona sadece “Bir ara gösteririm.” dedim ve sonra bunun ileride bozacağım bir
    söz olup olmadığını merak ettim. Onu tekrar görecek miydim, bu geceden sonra?
    Henüz onu, onu bırakmaya katlanacak kadar seviyor muydum?
    “Beni arayabilirdin.” dedi.
    Ne kadar garip bir sonuç. “Ama güvende olduğun biliyordum.”
    “Ama ben, senin nerede olduğunu bilmiyordum. Ben–” Aniden durdu ve
    ellerine baktı.
    “Ne?”
    “Bundan hoşlanmıyorum,” dedi utangaç bir şekilde, yanakları kızararak.
    “Seni görmemekten. Bu beni de endişelendiriyor.”
    Şimdi mutlu musun? diye sordum kendime. Eh, işte umutlanmamın hediyesi
    buydu.
    En çılgın hayallerimin gerçekten çok uzak olmadığını anladığımda,
    sersemlemiştim, sevinmiştim, dehşete düşmüştüm – daha çok dehşete düşmüştüm –
    Bir canavar olmamın onun için önemli olmamasının sebebi buydu. Kuralların artık
    benim için bir önemi olmamasıyla tamamen aynı sebeptendi. Artık doğru ve yanlışın
    bir etki yapmamasıyla, bütün önceliklerimin bir sıra aşağı inip en üstte bu kıza yer
    açmasıyla aynı sebep.
    Bella da bana değer veriyordu.
    Onu nasıl sevdiğimle karşılaştırılamayacağını biliyordum; ama burada
    benimle oturmak için hayatını tehlikeye atmasına yeterliydi, bunu gayet memnun bir
    şekilde yapmasına.
    Eğer doğru şeyi yapıp onu bırakırsam acı çekmesine yetecek kadar.
    Artık onu incitmeden yapabileceğim hiçbir şey yok muydu? Hiçbir şey?
    Uzak durmalıydım. Forks’a hiç geri dönmemeliydim. Ona acıdan başka hiçbir
    şey veremeyecektim.
    Bu şimdi beni kalmaktan alıkoyar mıydı? Daha kötü hale getirmekten?
    Şu anda hissettiklerimle, sıcaklığını tenimde duyarken…
    Hayır. Hiçbir şey beni alıkoyamazdı.
    “Ah,” diye inledim. “Bu yanlış.”
    “Ne dedim?” diye sordu, suçu üzerine almakta hızlı davranarak.
    “Görmüyor musun Bella? Kendimi perişan etmem bir şey; ama senin işe
    karışman tamamen başka bir şey. Böyle hissettiğini duymak istemiyorum.” Bu
    gerçekti, bu bir yalandı. En bencil yanım onu istediğim kadar onun da beni istediği
    bilgisi üzerine şimdi uçuyordu. “Bu yanlış, güvenli değil. Ben tehlikeliyim Bella –
    lütfen bunu kavra.”
    “Hayır.” dudakları huysuzca büküldü.
    “Ciddiyim.” Kelimeler dişlerimin arasından bir homurdanma şeklinde
    çıkarken kendime savaşıyordum.
    “Ben de,” diye ısrar etti. “Sana söyledim, ne olduğun benim için önemli değil.
    Artık çok geç.”
    Çok geç? Dünya, Bella uyurken ona doğru yaklaşan gölgeleri izlediğim
    bitmeyen saniyelerde soğukça siyah ve beyazdı. Kaçınılmaz, durdurulamaz.
    Gölgeler teninin rengini çalıp, onu karanlığın içine saplamışlardı.
    Çok geç? Alice’in görüşü kafamın içinde girdap gibi döndü, Bella’nın kan
    kırmızısı gözlerinin bana ruhsuzca bakışı. İfadesiz – ama bu gelecek için benden
    nefret etmemesinin yolu yoktu. Ondan her şeyi çaldığım için nefret etmemesinin.
    Hayatını ve ruhunu çaldığım için.
    Çok geç olamazdı.
    “Bunu asla söyleme.” diye tısladım.
    Yine dudağını ısırarak pencereden dışarı baktı. Elleri kucağında yumruk
    halindeydi. Soluğu aksadı ve çatladı.
    “Ne düşünüyorsun?” Bilmek zorundaydım.
    Bana bakmadan başını salladı. Yanağında bir şeyin kristal gibi parladığını
    gördüm.
    Istırap. “Ağlıyor musun?” Onu ağlatmıştım. Onu o kadar incitmiştim.
    Elinin arkasıyla yaşları sildi.
    “Hayır,” diye yalan söyledi sesi çatlayarak.
    Çok uzun zaman önce gömülmüş bir içgüdü elimi ona doğru uzattı – o bir
    saniyede hiç hissetmediğim kadar insan hissettim; ama sonra… olmadığımı
    hatırladım ve elimi indirdim.
    “Özür dilerim.” dedim. Ona aslında ne kadar üzgün olduğumu nasıl
    söyleyebilirdim? Yaptığım bütün aptalca hatalar için üzgün olduğumu. Hiç bitmeyen
    bencilliğim nedeniyle üzgün olduğumu. Benim ilk, trajik aşkımın ait olduğu kişi
    olacak kadar şanssız olduğu için ne kadar üzgün olduğumu. Kontrolüm dışında olan
    şeyler için de ne kadar üzgün olduğumu – ilk başta hayatını bitirmek için seçilen
    canavar olduğum için ne kadar üzgün olduğumu.
    Arabadaki kokuya olan berbat tepkimi görmezden gelerek derin bir nefes
    aldım ve kendimi toparlamaya çalıştım.
    Konuyu değiştirmek, başka bir şey düşünmek istedim. Şansıma, onunla ilgili
    merakım doymak bilmezdi. Her zaman bir sorum vardı.
    “Bana bir şey söyle.”
    “Evet?” dedi içinde hala gözyaşları olan boğuk bir sesle.
    “Bu gece ben köşeye gelmeden önce ne düşünüyordun? İfadeni anlayamadım
    – korkmuş gözükmüyordun, sanki bir şeye çok dikkatle odaklanıyor gibiydin.”
    Yüzünü hatırladım – şimdi baktığım gözleri unutmaya çalışarak – oradaki kararlı
    bakışı hatırladım.
    “Bir saldırganın nasıl etkisiz hale getirileceğini hatırlamaya çalışıyordum.”
    dedi gittikçe toparlanarak. “Bilirsin işte, savunma yöntemleri. Burnunu beynine
    sokacaktım.” Toparlanışı açıklamasının sonuna kadar devam etmedi, sesi nefretle
    dolup taştı. Bu çok abartıydı ve kedi yavrusu öfkesi şimdi komik değildi. Kırılgan
    figürünü – sadece camın üzerindeki ipek – onu incitecek dolgun, ağır yumruklu
    insan canavarların gölgesinde görebiliyordum. Başımın içinde öfke kaynadı.
    “Onlarla kavga mı edecektin?” İnlemek istedim. İçgüdüleri ölümcüldü – kendi
    için.
    “Kaçmayı düşünmedin mi?”
    “Koşarken çok fazla düşerim.” dedi mahcup bir şekilde.
    “Peki ya yardım için bağırmak?”
    “Tam da o kısma geliyordum.”
    Başımı inanmazlıkla salladım. Forks’a gelmeden önce hayatta kalmayı nasıl
    başarmıştı?
    “Haklıydın,” dedim ekşi bir sesle. “Seni hayatta tutmak için kesinlikle kaderle
    savaşıyorum.”
    İç çekti ve pencereden dışarı bir bakış attı. Sonra tekrar bana baktı.
    “Yarın seni görecek miyim?” diye sordu aniden.
    Cehennem yolunda olduğum sürece – en azından yolculuğun tadını
    çıkarabilirdim.
    “Evet – teslim edecek bir ödevim var.” Ona gülümsedim ve bu iyi hissettirdi.
    “Sana öğle yemeğinde yer ayırırım.”
    Kalbi pırpır etti; benim ölü kalbim de birdenbire sıcak hissetti.
    Babasının evinin önünde arabayı durdurdum. Ayrılmak için hiçbir harekette
    bulunmadı.
    “Yarın orada olmaya söz verir misin?
    “Söz.”
    Yanlış şeyi yapmak nasıl bana bu kadar mutluluk verebiliyordu? Bunda
    kesinlikle ters bir şey vardı.
    Tatmin olup başını salladı ve ceketi çıkarmaya başladı.
    “Sende kalabilir.” dedim çabucak. Onu kendimden bir şeyle bırakmayı tercih
    ederdim. Bir hatıra ile, şu anda cebimde olan şişe kapağı gibi… “Yarın için bir
    ceketin yok.”
    Hüzünle gülümseyerek bana verdi. “Charlie’ye açıklama yapmak zorunda
    kalmak istemiyorum.” dedi.
    Bunu hayal edebiliyordum. Ona gülümsedim. “Doğru.”
    Elini kapının koluna koydu ve sonra durdu. Benim gitmesine izin vermek
    istemediğim kadar, o da gitmek istemiyordu.
    Onu korunmasız bırakmak, kısa bir süre bile…
    Peter ve Charlotte yoldaydı, Seattle’ı geçmiş olmalılardı şüphesiz; ama her
    zaman başkaları vardı. Bu dünya hiçbir insan için güvenli değildi ve özellikle onun
    için diğerlerine olduğundan daha tehlikeliydi.
    “Bella?” diye sordum, basitçe ismini konuşabilmenin verdiği memnuniyete
    şaşırarak.
    “Evet?”
    “Bana bir söz verir misin?”
    “Evet.” dedi kolayca; ama sonra karşı çıkmak için bir sebep düşünmüş gibi
    gözleri kısıldı.
    “Ormana yalnız girme,” diye uyardım onu, bu isteğe karşı çıkıp
    çıkmayacağını merak ederek.
    Şaşırdı, gözlerini kırpıştırdı. “Niye?”
    Güvenilmez karanlığa öfkeyle baktım. Işık olmaması benim gözlerim için
    problem değildi; ama başka bir avcı için de değildi. Bu sadece insanları kör ediyordu.
    “Oradaki en tehlikeli şey her zaman ben değilim,” dedim ona. “Burada
    bırakalım.”
    Titredi; ama çabucak toparlandı ve bana cevap verdiğinde gülümsüyordu.
    “Nasıl istersen.”
    Nefesi yüzüme dokundu, çok tatlı ve güzel kokuluydu.
    Bütün gece böyle kalabilirdim; ama uyumaya ihtiyacı vardı. İki arzu, içimde
    savaşmaya devam ederken eşit güçte gözüküyordu: onu istemeye karşı, güvende
    olmasını istemek.
    İhtimallere iç çektim. “Yarın görüşürüz.” dedim onu çok daha yakın bir
    zamanda göreceğimi bilerek. O beni yarına kadar görmeyecekti gerçi.
    “Yarın, o zaman.” dedi kapıyı açarken.
    Gitmesini izlerken, yine ıstırap…
    O çıkarken eğildim, onu orada tutmak isteyerek. “Bella?”
    Döndü ve sonra donakaldı, yüzlerimizi çok yakın bulduğuna şaşırmıştı.
    Ben de, yakınlıktan etkilenmiştim. Sıcaklık dalga dalga gelerek yüzümü
    okşuyordu. Yüzünün ipeksiliğini hissedebiliyordum…
    Kalp atışları hızlandı ve dudakları aralandı.
    “İyi uykular.” diye fısıldadım ve vücudumdaki ısrar – tanıdık susuzluk ve
    birdenbire hissettiğim yeni, garip açlık – bana onu incitecek bir şey yaptırmadan geri
    çekildim.
    Orada bir an gözleri büyük, afallamış ve hareketsiz oturdu. Büyülendiğini
    tahmin ettim.
    Benim gibi.
    Yüzü hala biraz şaşkın olmasına rağmen toparlandı ve arabadan, ayağına
    takılıp kendini doğrultmak için çerçeveye tutunmak zorunda kalarak çıktı.
    Güldüm – onun duyması için çok sessiz olduğunu umuyordum.
    Sendeleyerek ön kapıyı saran ışıklara ulaşmasını izledim. O an için
    güvendeydi ve ben emin olmak için kısa zaman içinde geri dönecektim.
    Arabayı sürerken gözlerini üzerimde hissedebiliyordum. Alıştığımdan çok
    değişik bir duyguydu. Genelde, istersem kendimi başkasının gözlerinden rahatlıkla
    izleyebilirdim. Garip bir şekilde heyecan vericiydi – izleyen gözlerin anlaşılmaz hissi.
    Bunun sadece onun gözleri olduğu için olduğunu biliyordum.
    Milyonlarca düşünce, ben geceye doğru amaçsızca sürerken kafamda birbirini
    kovaladı.
    Uzun bir süre hiçbir yere gitmeden, Bella’yı ve gerçeğin bilinmesinin
    inanılmaz rahatlığını düşünerek sokaklarda dolandım. Artık ne olduğumu bulacak
    diye korkuyla beklememe gerek yoktu. Biliyordu. Onun için önemli değildi. Bu
    açıkça onun için kötü bir şey olduğu halde, benim için şaşırtıcı derecede
    ferahlatıcıydı.
    Bundan çok, Bella’yı ve karşılıklı aşkı düşündüm. Beni, onu sevdiğim şekilde
    sevemezdi – böyle kuvvetli, yakıcı, mahvedici bir aşk muhtemelen onun narin
    vücudunu kırardı; ama yeterince güçlü hissediyordu. İçgüdüsel korkuyu bastırmaya
    yetecek kadar, benimle olmak istemesine yetecek kadar… Ve onunla beraber olmak
    şimdiye kadar yaşadığım en büyük mutluluktu.
    Bir süre – yalnızken ve başka kimseyi incitmiyorken – kendime trajediyi
    düşünmeden mutluluk hissetme izni verdim. Sadece o da bana değer verdiği için
    mutluluk hissetmeye, sadece onun sevgisini kazandığım için sevinmeye, sadece
    günlerce onun yakınında oturmayı, sesini duymayı ve gülümsemelerini kazanmayı
    hayal etmeye…
    O gülümsemeyi kafamda tekrar canlandırdım, dolgun dudaklarının
    köşelerinden yukarı doğru kıvrılışını, çenesinde beliren gamze izini, gözlerinin ısınıp
    eriyişini… Elleri bu gece benim elimin üzerinde çok yumuşak ve sıcak hissetmişti.
    Elmacık kemiklerinin üzerine gerilmiş hassas tenine – ipeksi, sıcak… çok narin.
    Camın üzerindeki ipek… korkutucu derecece kırılgan – dokunmanın nasıl
    hissedeceğini hayal ettim.
    Çok geç olana kadar düşüncelerimin nereye gittiğini görmemiştim. O yıkıcı
    savunmasızlığı üzerine düşünürken, yüzünün başka görüntüleri hayallerime
    izinsizce girdi.
    Gölgelerin içinde, korku yüzünden soluk bir renkle – yine de çenesi gergin ve
    kararlı, gözleri öfkeli, tamamen odaklanmış, ince vücudu üzerine gelen iri kıyım
    şekillere saldırmak üzere destekli, karanlıktaki kabuslar…
    “Ah.” diye inledim, onu sevmenin neşesi içinde unuttuğum kaynayan öfke,
    tekrar bir hiddet cehennemi olarak ortaya çıktı.
    Yalnızdım. Bella, evinin içinde güvendeydi; o an babasının Charlie Swan’ın –
    yasa uygulamasının başkanı, eğitimli ve silahlı – onun babası olmasından şiddetle
    memnun kaldım. Bu da bir şeydi, onun için bir kalkan.
    O güvendeydi. Benim intikam almam uzun süremezdi.
    Hayır. Daha iyisini hak ediyordu. Onun bir katile değer vermesine izin
    veremezdim.
    Ama… peki ya diğerleri?
    Bella güvendeydi, evet. Angela ve Jessica da şüphesiz yataklarında
    güvendeydiler.
    Yine de Port Angeles sokaklarında bir canavar başıboş dolanıyordu. Bir insan
    canavar – bu onu insanların sorunu mu yapardı? İşlemek için yanıp tutuştuğum
    cinayeti işlemek yanlıştı. Bunu biliyordum; ama onu tekrar saldırması için serbest
    bırakmak da doğru şey olamazdı.
    Restorandaki sarışın karşılayıcı. Tam olarak hiç bakmadığım garson. İkisi de
    beni saçma şekilde rahatsız etmişlerdi; ama bu, tehlike içinde olmayı hak ettikleri
    anlamına gelmiyordu.
    İkisi de birilerinin Bella’sı olabilirdi.
    Bu anlayış kararımı vermemi sağladı.
    Arabayı kuzeye çevirdim; bir amacım olduğu için hızlandım. Ne zaman beni
    aşan bir problem olsa – bunun gibi somut bir şey – yardım için nereye gideceğimi
    biliyordum.
    Alice verandada oturmuş beni bekliyordu. Garaja girmek yerine evin önünde
    durdum.
    “Carlisle çalışma odasında.” dedi ben soramadan.
    “Teşekkürler.” dedim geçerken saçını karıştırarak.
    Asıl sana teşekkürler, çağrıma cevap verdiğin için, diye düşündü alayla.
    “Ah.” Kapıda durup telefonu çıkardım ve açtım. “Özür dilerim, kim olduğuna
    bakmak için bile kontrol etmedim. Ben… meşguldüm.”
    “Evet, biliyorum. Ben de özür dilerim. Ne olacağını gördüğümde, sen
    yoldaydın.”
    “Çok yakındı.” dedim mırıldanarak.
    Özür dilerim, diye tekrarladı, kendinden utanarak.
    Bella’nın iyi olduğunu bildiğim için, yüce gönüllü olmak kolaydı. “Üzülme.
    Hepsini yakalayamayacağını biliyorum. Kimse senden her şeyi bilmeni beklemiyor
    Alice.”
    “Teşekkürler.”
    “Bu gece neredeyse seni yemeğe davet edecektim – fikrimi değiştirmeden
    yakaladın mı?”
    Sırıttı. “Hayır, onu da kaçırdım. Keşke bilseydim. Gelirdim.”
    “Böyle çok şey kaçıracak kadar neye odaklanıyordun?”
    Jasper yıldönümümüz hakkında düşünüyor. Güldü. Hediyemde bir karar vermemeye
    çalışıyor; ama sanırım ne olduğuna dair oldukça iyi bir fikrim var…
    “Utanmazın tekisin.”
    “Evvet.”
    Dudaklarını büzdü, ifadesinde bir suçlama iziyle bana baktı. Sonra daha çok
    dikkat ettim. Onlara bildiğini söyleyecek misin?
    İç çektim. “Evet. Sonra.”
    Hiçbir şey söylemeyeceğim. Bana bir iyilik yap ve Rosalie’ye ben ortalarda yokken
    söyle, olur mu?
    Ürktüm. “Tabii.”
    Bella oldukça iyi karşıladı.
    “Fazla iyi.”
    Alice bana sırıttı. Bella’yı küçümseme.
    Görmek istemediğim görüntüyü engellemeye çalıştım – Bella ve Alice, en iyi
    arkadaşlar.
    Sabırsızca iç çektim. Gecenin bir sonraki kısmını geçmek istiyordum; ama
    Forks’u bırakmaya biraz endişeliydim…
    “Alice…” diye başladım. Ne sormayı planladığımı gördü.
    Bu gece iyi olacak. Artık daha iyi bakıyorum. Bir nevi yirmi dört saatlik gözetim
    istiyor, değil mi?
    “En az.”
    “Her neyse, kısa zaman içinde onunla beraber olacaksın.”
    Derin bir nefes aldım. Bu gözler benim için çok güzeldi.
    “Haydi – şu işi bitir, böylece olmak istediğin yerde ol.” dedi bana.
    Başımı salladım ve Carlisle’ın odasına gittim.
    Beni bekliyordu, gözleri masasındaki kalın kitap yerine kapıdaydı.
    “Alice’in sana beni nerede bulacağını söylediğini duydum.” dedi ve
    gülümsedi.
    Onunla olmak, gözlerindeki anlayış ve zekayı görmek ferahlatıcıydı. Carlisle
    ne yapılacağını bilirdi.
    “Yardıma ihtiyacım var.”
    “Ne istersen Edward.” diye söz verdi.
    “Alice bu gece Bella’ya ne olduğunu söyledi mi?”
    Neredeyse ne olacağını, diye düzeltti.
    “Evet, neredeyse. İkilem arasında kaldım Carlisle. Onu… öldürmeyi… çok…
    istedim.” Kelimeler hızla ve hararetle çıkmaya başladı. “Çok fazla; ama bunun yanlış
    olacağını biliyordum, çünkü intikam olur, adalet değil. Sadece öfke, tarafsızlık değil.
    Yine de, bir seri tecavüzcü ve katili Port Angeles’ta dolaşması için bırakmak doğru
    olamaz. Oradaki insanları tanımıyorum; ama Bella’nın yerini bir başkası alabilir.
    Bütün o diğer kadınlar – birileri onlara benim Bella’ya karşı hissettiğim duyguları
    hissediyor olabilir. Eğer ona zarar gelirse acı çekeceğim gibi acı çekebilir. Bu doğru
    değil–”
    Geniş, beklenmedik gülümsemesi beni durdurdu.
    O senin için çok iyi değil mi? Çok fazla merhamet, çok fazla kontrol. Etkilendim.
    “İltifat aranmıyorum Carlisle.”
    “Tabii ki; ama düşüncelerime engel olamam değil mi?” Tekrar gülümsedi.
    “Ben hallederim. Sen dinlenebilirsin. Kimse Bella’nın yerine zarar görmeyecek.”
    Kafasındaki planı gördüm. Bu tamamen benim istediğim şey değildi,
    gaddarlık isteğimi tatmin etmiyordu; ama doğru olanın bu olduğunu
    görebiliyordum.
    “Onu nerede bulacağını göstereyim.” dedim.
    “Gidelim.”
    Yolda siyah çantasını kavradı. Bayıltmak için daha saldırgan bir yol seçerdim
    – çatlamış bir kafatası mesela – ama Carlisle’ın bunu kendi yöntemleriyle yapmasına
    izin verecektim.
    Arabamı aldım. Alice hala basamaklardaydı. Biz uzaklaşırken sırıttı ve el
    salladı. Benim için geleceğe baktığını gördüm; zorluk yaşamayacaktık.
    Karanlık, boş yolda yaptığımız yolculuk çok kısa sürdü. Dikkat çekmemek
    için farları kapalı tuttum. Bella’nın bu hıza nasıl tepki vereceğini düşünmek beni
    gülümsetti. O karşı çıktığında zaten normalden yavaş sürüyordum – onunla olan
    zamanımı uzatmak için.
    Carlisle da Bella’yı düşünüyordu.
    Onun Edward için bu kadar iyi olacağını tahmin etmemiştim. Bu beklenmedik bir şey.
    Belki bu bir şekilde olmalıydı. Belki de daha yüksek bir amacı vardı. Sadece…
    Bella’yı kar soğukluğunda bir ten ve kırmızı gözlerle canlandırdı, sonra
    görüntüden kaçındı.
    Evet. Sadece. Gerçekten. Çünkü böyle saf ve güzel bir şeyi yok etmenin içinde
    nasıl bir iyilik olabilirdi ki?
    Geceye doğru öfkeyle baktım, akşamın bütün neşesi düşünceleriyle
    kaybolmuştu.
    Edward mutluluğu hak ediyor. Alacağı var. Carlisle’ın düşüncelerinin şiddeti beni
    şaşırttı. Mutlaka bir yol olmalı.
    İkisine de inanabilmeyi diledim; ama Bella’ya olanların daha ileri bir amacı
    yoktu. Sadece Bella’nın hak ettiği hayatı yaşamasına katlanamayan, kötü, acımasız,
    çirkin bir kader.
    Port Angeles’ta kalmadım. Carlisle’ı Lonnie denen canavarın arkadaşlarıyla
    beraber hayal kırıklığı yaşadığı yere götürdüm – iki tanesi çoktan sızmıştı. Carlisle
    yakın olmanın benim için ne kadar zor olduğunu görebiliyordu – canavarın
    düşüncelerini ve anılarını, Bella’yla ilgili anıların, onun kadar şanslı olamayan
    kızların yüzleriyle karışmış görüntüleri…
    Soluk alıp verişim hızlandı. Direksiyona kenetlendim.
    Git Edward, dedi bana usulca. Ben diğerlerinin güvende olmasını sağlayacağım.
    Bella’ya geri dön.
    Bu söylenmesi tam olarak doğru şeydi. Onun ismi şu anda bana bir anlam
    ifade edebilecek tek şeydi.
    Onu arabada bıraktım ve Forks’a uyuyan ormanın içinden düz bir çizgi
    üzerinde koştum. Arabadan daha az zaman aldı. Evinin yanına gelip penceresinden
    girdiğimde sadece dakikalar geçmişti.
    Rahatlıkla iç çektim. Her şey olması gerektiği gibiydi. Bella yatağında
    güvendeydi, rüya görüyordu, ıslak saçı yastığında deniz yosunu gibi
    dalgalanıyordu.
    Ama pek çok gecenin tersine, örtüleri omuzlarına kadar çekilmiş halde
    kıvrılmıştı. Üşümüştü, diye tahmin ettim. Her zamanki yerime yerleşmeden önce
    uykusunda ürperdi ve dudakları titredi.
    Kısa bir süre düşündüm ve sonra evin bu kısmını ilk defa keşfetmek üzere
    koridora çıktım.
    Charlie’nin horlamaları yüksek sesli ve düzenliydi. Neredeyse rüyasının
    konusunu yakalayabiliyordum. Su ve sabırlı bekleyişle ilgili bir şey… balık tutmak
    belki?
    İşte, merdivenlerin üzerinde umut verici bir dolap vardı. Açtım ve aradığım
    şeyi buldum. Küçük dolaptan en kalın battaniyeyi aldım ve odasına götürdüm.
    Uyanmadan önce geri koyacaktım ve kimse fark etmeyecekti.
    Battaniyeyi nefesimi tutarak ve dikkatle üzerine örttüm; eklenen yüke tepki
    vermedi. Sallanan sandalyeye geri döndüm.
    Endişeyle ısınmasını beklerken Carlisle’ı düşündüm, nerede olduğunu merak
    ettim. Planının pürüzsüz işleyeceğini biliyordum – Alice bunu görmüştü.
    Babamı düşünmek iç çekmeme neden oldu – Carlisle bana çok fazla
    inanıyordu. Onun olduğumu düşündüğü kişi olmayı diledim. O kişi, mutluluğu hak
    eden kişi, bu uyuyan kıza layık olmayı umabilirdi. Eğer o Edward olabilseydim her
    şey ne kadar da değişik olurdu.
    Bunu düşünürken, garip, davetsiz bir görüntü kafamın içinde belirdi.
    Bir anlığına, aklımdaki, Bella’nın yok edilmesine uğraşan o cadaloz kaderin
    yerinde meleklerin en aptalı ve umursamazı belirdi. Koruyucu bir melek – Carlisle’ın
    versiyonunda sahip olabileceğim bir şey. Gök renkli gözleri muzurlukla dolu,
    dudaklarında aldırışsız bir gülümsemeyle, melek Bella’yı öyle bir şekillendirmişti ki,
    onu görmezden gelmemin hiçbir yolu kalmamıştı. Dikkatimi çekmek için saçma
    derecede kuvvetli bir koku, merakımı alevlendirmesi için sessiz bir zihin, gözlerimi
    ayıramamam için huzur verici bir güzellik, saygımı kazanması için fedakar bir ruh
    vermiş, kendini koruma içgüdüsünü bırakmıştı – böylece Bella yanımda olmaya
    katlanabilecekti – ve son olarak, kendine çeken geniş bir kötü şans.
    Kayıtsız bir kahkahayla, sorumsuz melek narin eserini direkt olarak yolumun
    üzerine koymuş, Bella’yı hayatta tutmam için kusurlu ahlakıma güvenmişti.
    Bu görüşte, ben Bella’nın cezası değildim; o benim ödülümdü.
    Düşüncesiz meleğin hayaline kafamı salladım. Cadalozdan daha iyi değildi.
    Böyle tehlikeli ve aptalca davranan bir yüksek güç için iyi düşünemezdim. En
    azından çirkin kadere karşı savaşabilirdim.
    Ve benim meleğim yoktu. Onlar iyiler içindi – Bella gibi insanlar için. O
    zaman bütün bunların içinde onun meleği neredeydi? Onu kim koruyordu?
    Sessizce güldüm, o rolü şimdilik benim doldurduğumu fark edince
    şaşırmıştım.
    Bir vampir melek – bu bir abartıydı.
    Yaklaşık yarım saat sonra Bella sıkıca kıvrılmış olduğu şeklinden rahatladı.
    Nefes alıp verişi derinleşti ve mırıldanmaya başladı. Tatmin olarak gülümsedim. Bu
    küçük bir şeydi; ama en azından bu gece ben burada olduğum için daha rahat
    uyuyordu.
    “Edward.” diye iç çekti ve o da gülümsedi.
    O an için trajediyi ittim ve kendime tekrar mutlu olma izni verdim.

      Forum Saati Paz Nis. 28, 2024 9:42 pm