GECE YARISI GÜNEŞİ

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
GECE YARISI GÜNEŞİ

yok


    GECE YARISI GÜNEŞİ (SORULAR) 11.BÖLÜM

    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 13
    Kayıt tarihi : 31/01/10
    Nerden : ANKARA

    GECE YARISI GÜNEŞİ (SORULAR) 11.BÖLÜM Empty GECE YARISI GÜNEŞİ (SORULAR) 11.BÖLÜM

    Mesaj  Admin Ptsi Şub. 01, 2010 9:30 am

    SORULAR
    CNN haberi ilk olarak verdi.
    Okula gitmeden haberlere rastladığıma memnundum, insanların bu durumu
    nasıl anlatacağını ve ne kadar dikkat çekeceğini duymak için endişeyle beklemiştim.
    Şansıma, bugün fazla haber vardı. Güney Amerika’da bir deprem olmuştu ve Orta
    Doğu’da politik bir kaçırma olayı vardı. Böylece olay, sadece birkaç cümle ve bir tane
    kalitesiz resimle, birkaç saniyede anlatıldı.
    “Alonzo Calderas Wallace, Teksas ve Oklahoma’da aranan seri tecavüzcü ve
    katil, isimsiz bir ihbar üzerine dün gece Portland, Oregon’da yakalandı. Wallace bu
    sabah erken saatlerde, polis istasyonuna sadece birkaç yarda ötede bilinçsiz halde
    bulundu. Yetkililer mahkemeye çıkarılmak için Houston’a mı, yoksa Ohlahoma’ya
    mı iade edileceği konusunda henüz kesin bir şey söylemediler.”
    Resim net değildi ve çekildiği sırada uzun bir sakalı vardı. Bella görse bile,
    muhtemelen onu tanımazdı. Görmemesini umdum; bu onu gereksiz yere
    korkuturdu.
    “Kasabadaki yorumu hafif olacak. Yerel ilgiyi çekmek için çok uzakta.” dedi
    Alice bana. “Carlisle’ın onu eyalet dışına götürmesi iyi olmuş.”
    Başımı salladım. Bella pek televizyon izlemezdi ve babasını da spor kanalı
    dışında bir şey izlerken hiç görmemiştim.
    Yapabileceğimi yapmıştım. Bu canavar artık avlanmıyordu ve ben de bir katil
    değildim. Son zamanlarda en azından. Carlisle’a güvenmekle doğru yapmıştım, her
    ne kadar bu canavarın böyle kolay kurtulamamış olmasını dilesem de. Kendimi
    Teksas’a iade edilmesini dilerken buldum, orada idam cezası bayağı çok
    veriliyordu…
    Hayır. Önemli değildi. Bunu arkamda bırakacak ve en önemli olana
    odaklanacaktım.
    Bella’nın odasından ayrılalı yarım saat olmamıştı. Şimdiden onu tekrar
    görebilmek için yanıp tutuşuyordum.
    “Alice, bir sakıncası–”
    Sözümü kesti. “Rosalie kullanır. Sinirli görünecek; ama biliyorsun ki
    arabasıyla hava atmaya bayılır.” Bir kahkaha attı.
    Sırıttım. “Okulda görüşürüz.”
    İç çekti ve sırıtmam silindi, yüzümü buruşturdum.
    Biliyorum, biliyorum, diye düşündü. Daha değil. Sen Bella’nın beni tanımasına
    hazır olana kadar bekleyeceğim. Bilmelisin gerçi, bencil olan sadece ben değilim. Bella da beni
    sevecek.
    Kendi kendime surat astım. Bella’nın istediği ile, Bella için iyi olan şeyler
    tamamen farklıydı.
    Arabamı evinin önüne park ettiğimde huzursuzluk hissetmeye başladım.
    İnsan atasözleri işlerin göze sabahları daha farklı göründüğünü söylerdi –
    uyuduktan sonra değiştiğini. Bella’ya sisli bir günün zayıf ışığında farklı görünür
    müydüm? Gecenin siyahlığında olduğumdan daha kötü mü yoksa daha iyi mi?
    Gerçek uyurken mi kafasına yerleşmişti? Sonunda korkar mıydı?
    Dün gece rüyaları huzurluydu gerçi. Tekrar tekrar adımı söylediğinde
    gülümsemişti. Birden çok, mırıldanarak kalmam için yalvarmıştı. Bunlar bugün
    hiçbir şey ifade etmez miydi?
    Gerginlikle, evinin içindeki sesleri dinleyerek bekledim – merdivenlerdeki
    hızlı, sendeleyen adımları, bir folyonun sert yırtılışını, kapısı sertçe kapatıldığında
    buzdolabının içindekilerin birbirine çarpışını. Acele ediyormuş gibiydi. Okula
    gitmek için heyecanlı mıydı? Bu düşünce beni tekrar gülümsetti, umutlandırdı.
    Saate baktım. Sanırım – kamyonetinin hız sınırını göze alırsak – biraz geç
    kalıyordu.
    Bella çantası omzundan kayarak, saçları karışık, şimdiden dağılmaya başlamış
    halde toplanmış olarak aceleyle evden çıktı. Giydiği kalın, yeşil kazak soğuk siste
    omuzlarının çökmesini engellemeye yeterli değildi.
    Uzun kazak onun için çok büyüktü. İnce vücut yapısını maskelemiş, bütün
    narin kıvrımları ve yumuşak çizgileri şekilsiz bir hale getirmişti. Buna, neredeyse
    dün giydiği mavi bluza benzer bir şey giymesini dilediğim kadar, minnettar da
    kalmıştım… kumaş dün tenine çok çekici şekilde sarılmıştı, köprücük kemiklerinin
    boğazının altındaki boşluktaki kıvrımının büyüleyiciliğini meydana çıkaracak kadar
    alçak kesimliydi. Mavi renk, narin vücudunun üzerinde su gibi süzülüyordu…
    Düşüncelerimi o şekilden çok çok uzakta tutmam daha iyiydi – zorunluydu –
    o yüzden giydiği, üzerine yakışmayan kazağa minnettardım. Hata yapmayı göze
    alamazdım ve dudakları… teni… vücudu… ile ilgili düşüncelerin yol açtığı garip
    açlıkların üzerinde durmak devasa bir hata olurdu. Yüz yıldır benden kaçan
    açlıkların… ama kendime onu dokunmayı düşünmek için izin veremezdim, çünkü
    bu imkansızdı.
    Onu incitirdim.
    Bella kapıya arkasını dönüp öyle aceleyle koştu ki, neredeyse arabamın
    yanından fark etmeden geçecekti.
    Sonra aniden durdu, çantası kolundan daha aşağı kaydı ve gözleri arabaya
    odaklanırken kocaman açıldı.
    İnsan hızında hareket etmeye hiç uğraşmadan dışarı çıktım ve kapıyı onun
    için açtım. Artık onu kandırmaya çalışmayacaktım – en azından yalnızken, kendim
    olacaktım.
    Sisin içinde birdenbire belirmeme şaşırarak tekrar bana baktı, sonra
    gözlerindeki şaşkınlık başka bir şeye dönüştü ve ben artık dün geceki düşüncelerinin
    değiştiğinden korkmuyordum – ya da değiştiğini ümit etmiyordum. Sıcaklık, merak,
    büyülenme, hepsi gözlerinin erimiş çikolatasında yüzüyordu.
    “Bugün okula benimle gitmek ister misin?” diye sordum. Dün geceki yemeğin
    aksine, seçmesine izin verecektim. Bundan sonra, her şey onun seçimi olmalıydı.
    “Evet, teşekkürler.” diye mırıldandı arabaya tereddütle girerek.
    Evet dediği kişi olmanın bana verdiği heyecan hiç azalacak mıydı? Bundan
    şüpheliydim.
    Ona katılma isteğiyle, hızla arabanın etrafından dolandım. Ani belirişime
    şaşırdığına dair hiçbir işaret göstermedi.
    Yanımda oturduğunda hissettiğim mutluluğun eşi yoktu. Ailemin sevgisi ve
    arkadaşlığından ne kadar keyif alsam da, dünyanın sunduğu çeşitli davetlere ve
    rahatsızlıklara rağmen, hiç bunun kadar mutlu olmamıştım. Bunun yanlış olduğunu
    ve muhtemelen iyi sonlanmayacağını bilmeme rağmen yüzümden gülümsememi
    uzun süre uzak tutamıyordum.
    Ceketim koltuğunun baş kısmında duruyordu. Ona baktığını gördüm.
    “Ceketi senin için getirdim.” dedim ona. Davetsizce ortaya çıkmamın bahanesi
    buydu. Hava soğuktu. Montu yoktu. Şüphesiz, bu kibarlığın kabul edilebilir bir
    şekliydi. “Hasta olmanı istemedim.”
    “O kadar da narin değilim.” dedi, gözlerimle buluşmaya tereddütlüymüş gibi,
    yüzüm yerine göğsüme bakarak; ama ben onu kandırmaya çalışmaya başlamadan
    önce ceketi giydi.
    “Değil misin?” diye mırıldandım kendi kendime.
    Ben okula doğru sürerken yola baktı. Sessizliğe sadece birkaç saniye
    dayanabilirdim. Bu sabah düşüncelerinin ne olduğunu bilmek zorundaydım. Güneş
    son doğduğundan beri çok şey değişmişti.
    “Ne, bugün bir sürü soru yok mu?” diye sordum konuyu tekrar hafif tutarak.
    Konuyu değiştirmeme memnun görünerek gülümsedi. “Sorularım seni
    rahatsız mı ediyor?”
    “Tepkilerin kadar değil.” dedim ona dürüstçe, gülümsemesine karşılık olarak
    gülümseyerek.
    Dudaklarının kenarları aşağı doğru indi. “Kötü tepkiler mi veriyorum?”
    “Hayır, problem de bu. Her şeyi çok sakin karşılıyorsun – bu doğal değil.”
    Nasıl olabilirdi? “Gerçekte ne düşündüğünü merak etmeme yol açıyor.”
    “Ne düşündüğümü sana her zaman söylüyorum.”
    “Değiştiriyorsun.”
    Dişlerini yine dudağına bastırdı. Bunu yaptığını fark ediyormuş gibi
    görünmüyordu – gerilime karşı bilinçsiz bir tepkiydi. “Pek değil.”
    Sadece bu kelimeler merakımı köpürtmeye yeterliydi. Benden ne saklıyordu?
    “Beni delirtmeye yetecek kadar.” dedim.
    Tereddüt etti ve sonra fısıldadı. “Duymak istemiyorsun.”
    Bir an düşünmem, bağlantıyı yakalamadan önce dünkü bütün konuşmayı
    kelime kelime aklımdan geçirmem gerekti. Çok fazla odaklanma gerektirdi, çünkü
    bana söylemesini istemeyeceğim hiçbir şey hayal edemiyordum... Ve sonra – sesinin
    tonu dün gecekiyle aynı olduğu için; yine aniden acı vardı – hatırladım. Bir kere,
    ondan düşüncelerini söylememesini istemiştim. Bunu asla söyleme, demiştim ona
    sinirle. Onu ağlatmıştım…
    Benden sakladığı bu muydu? Benimle ilgili duygularının derinliği miydi?
    Benim bir canavar olmamın onun için önemli olmaması ve fikrini değiştirmesi için
    çok geç olduğu mu?
    Konuşamıyordum; çünkü mutluluk ve acı kelimeler için çok güçlüydü,
    aralarındaki çatışma normal bir cevap verebilmem için çok vahşiydi. Kalbinin ve
    akciğerlerinin düzenli ritmi dışında araba sessizdi.
    “Ailenin geri kalanı nerede?” diye sordu aniden.
    Derin bir nefes aldım – arabanın içindeki kokuyu ilk defa gerçek acıyla içime
    çekerek; tatminle buna alıştığımı fark ettim – ve tekrar normal olabilmek için
    kendimi zorladım.
    “Rosalie’nin arabasını aldılar.” Söz konusu arabanın yanındaki boş yere park
    ettim. Gözlerinin büyümesini izlerken gülümsememi gizledim. “Gösterişli değil mi?”
    “Iı, vay. Eğer buna sahipse, niye seninle geliyor?”
    Rosalie Bella’nın tepkisinden keyif alırdı… eğer onunla ilgili objektif oluyor
    olsaydı, ki bu muhtemelen olmayacaktı.
    “Dediğim gibi, gösterişli. Uyum sağlamaya çalışıyoruz.”
    “Başaramıyorsunuz.” dedi bana ve tasasızca güldü.
    Gülüşünün neşeli, tamamen dertsiz sesi, başımı şüpheyle döndürürken, boş
    göğsümü ısıttı.
    “Eğer göze çarpmanıza neden oluyorsa Rosalie niye bununla geldi?” dedi
    merakla.
    “Fark etmedin mi? Bütün kuralları çiğniyorum.”
    Cevabım biraz korkutucu olmalıydı – o yüzden, tabii ki, Bella gülümsedi.
    Tıpkı dün geceki gibi, kapısını açmamı beklemedi. Okulda normal davranmak
    zorundaydım – bu nedenle engellemek için yeterince hızlı hareket edemedim – ama
    artık kendisine nezaketle davranılmasına alışmak zorundaydı, kısa zaman içinde.
    Ona cesaret edebileceğim kadar yakın yürürken yakınlığımın onu rahatsız
    edip etmediğini anlamak için dikkatlice işaretler aradım. İki kere eli benimkine değdi
    ve geri çekmedi. Bana dokunmak istiyormuş gibi görünüyordu… Soluk alıp verişim
    hızlandı.
    “Niye böyle arabalarınız var, eğer gizlilik arıyorsanız?” diye sordu yürürken.
    “Bir bağımlılık,” diye itiraf ettim. “Hepimiz hızlı sürmeyi seviyoruz.”
    “Belli,” diye mırıldandı ekşi bir sesle.
    Bakmadığı için cevaben sırıtmamı göremedi.
    I-ıh! Buna inanmıyorum! Bella bunu nasıl başardı? Anlamıyorum! Niye?
    Jessica’nın iç paniği düşüncelerimi böldü. Yağmurdan korunmak için
    kafeterya çatısının kenarının altında, kolunda Bella’nın montuyla bekliyordu. Gözleri inanmazlıkla büyümüştü.
    Kapıya doğru aceleyle giderken ona cevap vermedim. Bu farklı bir bakış
    açısıydı. Bella Alice’i tanımak ister miydi? Kız arkadaş olarak bir vampir ister miydi?
    Bella’yı düşününce… bu fikir muhtemelen onu hiç rahatsız etmezdi.
    Bella da onu fark etti. Jessica’nın yüz ifadesini gördüğünde yanağına açık
    pembe bir renk dokundu. Jessica’nın kafasındaki düşünceler, yüzünde oldukça belirgindi.
    “Selam Jessica. Hatırladığın için teşekkürler.” diye selamladı Bella onu. Monta uzandı ve Jessica hiçbir şey söylemeden onu verdi.
    İyi olsunlar ya da olmasınlar, Bella’nın arkadaşlarına kibar davranmalıydım.
    “Günaydın Jessica.”
    VAAUF Jessica’nın gözleri daha da açıldı. Garip ve eğlendiriciydi… ve dürüst olmak
    gerekirse… Bella’nın yanında olmanın beni ne kadar yumuşattığını anlamak biraz
    utandırıcıydı… Artık kimse benden korkmuyor gibi görünüyordu. Eğer Emmett
    bunu öğrenirse, bir sonraki yüzyıla kadar gülerdi.
    “Iı… Selam.” diye mırıldandı ve gözleri anlamla Bella’nın yüzüne kaydı.
    “Trigonometri’de görüşürüz.”
    Döküleceksin. Hayırı cevap olarak almayacağım. Ayrıntılar. Ayrıntıları öğrenmem
    gerekli! Edward CULLEN!! Hayat çok adaletsiz.
    “Evet, görüşürüz.” dedi Bella.
    Bütün hikaye. Daha azını kabul etmeyeceğim. Dün gece buluşmayı planlamışlar
    mıydı? Çıkıyorlar mı? Ne kadar zamandır? Bunu nasıl bir sır olarak saklayabilir? Niye böyle
    bir şey istesin? Sıradan bir şey olamaz – onunla cidden ilgili olmalı. Başka bir seçenek var
    mı? Öğreneceğim. Bilmemeye katlanamam. Onunla ilişkiye girip girmediğini merak
    ediyorum? Bayılacağım…
    Jessica’nın düşünceleri aniden dağıldı ve kafasında sözsüz
    fanteziler döndü. Tahminlerinden irkildim; sadece öncekiler gibi kendi yerine Bella’yı
    koyduğu için değil.
    Böyle olamazdı; ama yine de… yine de istiyordum.
    Bunu itiraf etmemek için direndim, kendime bile. Daha kaç yanlış şekilde
    Bella’yı isteyebilirdim? Hangisi onu öldürmemle sonuçlanırdı?
    Kafamı salladım ve konuyu hafifleştirmeye çalıştım.
    “Ona ne söyleyeceksin?” diye sordum Bella’ya.
    “Hey!” dedi öfkeyle fısıldayarak. “Benim aklımı okuyamadığını sanıyordum!”
    “Okuyamıyorum.” Şaşkınlıkla, kelimelerinden bir anlam çıkarmaya çalışarak
    ona baktım. Ah – mutlaka aynı anda aynı şeyleri düşünüyor olmalıydık. Hmm…
    Bundan oldukça hoşlanmıştım. “Ama,” dedim ona, “Onunkini okuyabiliyorum –
    seni sınıfta pusuya yatmış şekilde bekliyor olacak.”
    Bella inledi ve ceketi omuzlarından kaydırdı. Başta geri verdiğini anlamadım
    – bunu istemeyecektim; kalmasını tercih ederdim… bir hatıra olarak – o yüzden çok
    yavaş kaldım. Ceketi bana verdi ve ellerimin yardım etmek için uzandığını
    görmeden kollarını kendi montuna geçirdi. Kaşlarımı çattım; ama sonra o fark
    etmeden ifademi kontrol ettim.
    “Ee, ona ne söyleyeceksin?” diye bastırdım.
    “Biraz yardım? Ne öğrenmek istiyor?”
    Gülümsedim ve başımı salladım. Ne düşündüğünü duymak istiyordum. “Bu
    adil değil.”
    Gözleri kısıldı. “Hayır, sen bilgini paylaşmıyorsun – asıl bu adil değil.”
    Doğru – çifte standartlardan hoşlanmıyordu.
    Sınıfının kapısına geldik – ondan ayrılmak zorunda kalacağım yere; Bayan
    Cope’un İngilizce dersimin saatlerinde bir değişiklik için bana yardım edip
    edemeyeceğini merak ettim… Odaklandım. Adil olabilirdim.
    “Gizlice çıkıp çıkmadığımızı merak ediyor,” dedim yavaşça. “Ve benim
    hakkımda hislerini.”
    Gözleri büyüdü – şaşkınlıkla değil; ama ustaca. Benim için açıklardı,
    okunabilirlerdi. Masumu oynuyordu.
    “Off,” diye mırıldandı. “Ne söylemeliyim?”
    “Hmm.” Her zaman benim kendisinden daha çok şey ele vermemi sağlamaya
    çalışıyordu. Nasıl cevap vereceğimi düşündüm.
    Saçının sis yüzünden hafifçe nemli, asi bir tutamı, omzundan sarkmış ve
    gülünç kazağı tarafından saklanan köprücük kemiklerinin üzerinde kıvrılmıştı.
    Gözlerimi saklanmış diğer hatlara çekiyordu…
    Tenine dokunmadan, dikkatle uzandım – sabah soğuğu benim dokunuşum
    olmadan da yeterliydi – ve tekrar dikkatimi dağıtmaması için, dağınık topuzuna
    doğru geri attım. Mike Newton’un onun saçına dokunduğu zamanı hatırladım ve
    çenem kasıldı. O zaman ondan kaçınmıştı. Tepkisi şimdi hiç benzer değildi; onun
    yerine gözleri hafifçe büyümüş, teninin altına kan hücum etmiş ve kalbi aniden
    düzensiz atmaya başlamıştı.
    Sorusuna cevap verirken gülümsememi saklamaya çalıştım.
    “Sanırım ilkine evet diyebilirsin… eğer senin için bir sakıncası yoksa–” onun
    seçimi, her zaman onun seçimi, “–başka açıklamalardan daha kolay.”
    “Sakıncası yok,” diye fısıldadı. Kalbi hala normal ritmini bulamamıştı.
    “Ve diğer soruya gelince…” Artık gülümsememi saklayamıyordum. “Bunun
    cevabını ben de dinliyor olacağım.”
    Bella’nın bunu düşünmesine izin ver. Yüzünden şok geçerken kahkahamı
    tuttum. Daha çok cevap için sormadan önce hızlıca döndüm. Ona istediği şeyi
    vermeme konusunda zorluk çekiyordum ve onun düşüncelerini duymak istiyordum,
    kendiminkileri değil.
    “Öğle yemeğinde görüşürüz.” dedim omzumdan doğru geriye göz atarak,
    hala arkamdan büyük gözlerle bakıp bakmadığını kontrol etmek için. Ağzı açılmıştı.
    Tekrar döndüm ve güldüm.
    Uzaklaşırken etrafımdaki şoka girmiş ve şüpheli düşüncelerin hayal meyal
    farkındaydım – gözler Bella’nın yüzü ve benim uzaklaşan figürüm arasında gidip
    geliyordu. Onlara çok az dikkat ettim. Odaklanamadım. Sınıfıma gitmek için ıslak
    çimlerin üzerinde yürürken ayaklarımı kabul edilebilir bir hızda hareket ettirmeye
    çalışmak yeterince zordu. Koşmak istiyordum – gerçekten koşmak, o kadar hızlı ki
    kaybolacaktım, o kadar hızlı ki uçuyormuşum gibi hissedecektim. Bir parçam çoktan
    uçuyordu.
    Sınıfa gittiğimde ceketi giyerek hoş kokusunun etrafımda dönmesine izin
    verdim. Şimdi yanacaktım – kokuya duyarsızlaşacaktım – ve sonra görmezden
    gelmek daha kolay olacaktı, öğle yemeğinde tekrar onunla birlikteyken…
    Öğretmenlerimin artık bana seslenmeye rahmet etmemeleri güzel bir şeydi.
    Bugün, onların beni hazırlıksız ve cevapsız yakalayacağı gün olabilirdi. Zihnim bu
    sabah aynı anda çok fazla yerdeydi; sadece vücudum sınıftaydı.
    Tabii ki, Bella’yı izliyordum. Bu doğal gelmeye başlıyordu – nefes almak
    kadar istemsiz. Morali bozuk bir Mike Newton’la konuşmasını duydum. Diyalogu
    hızlıca Jessica’ya yönlendirdi ve ben o kadar genişçe sırıttım ki, sağımda oturan Rob
    Sawyer görünür şekilde irkilip sırasında benden uzağa kaydı.
    Of. Tüyler ürpertici.
    Eh, tamamen kaybetmemiştim.
    Gevşek biçimde Jessica’nın da Bella için sorularını elemesini izliyordum.
    Dördüncü dersi, bu insan kızın taze dedikodu için meraklı olduğundan on kat daha
    istekli ve heyecanlı halde, zorlukla bekleyebildim.
    Angela Weber'i de dinliyordum.
    Ona duyduğum minnettarlığı unutmamıştım – ilk olarak Bella ile ilgili her
    zaman iyi şeyler düşündüğü için ve ikinci olarak dünkü yardımı için. O yüzden
    sabah istediği bir şeyi duymak için bekledim. Bunun kolay olacağını tahmin
    etmiştim; diğer insanlar gibi, mutlaka özellikle istediği bir şey olmalıydı. Birkaç tane
    belki. İsimsiz olarak yollayacaktım ve ödeşmiş olacaktık.
    Ve Angela düşünceleriyle neredeyse Bella kadar yardımcı olmayan biri
    olduğunu kanıtladı. Bir ergen için garip bir şekilde hayatından memnundu.
    Mutluydu. Belki de alışılmadık iyiliğinin sebebi buydu – istediği her şeye sahip olan
    ve sahip olduğu her şeyi isteyen nadir insanlardandı. Eğer öğretmenlerine ve
    notlarına dikkatini vermemişse, bu hafta sonu kumsala götüreceği ikiz kardeşlerini
    düşünüyordu – heyecanlarını neredeyse anne gibi bir hoşnutlukla bekliyordu.
    Genellikle onlara o bakıyordu; ama bu durumdan rahatsız değildi… Bu çok tatlıydı.
    Ama benim için pek yardımcı değildi.
    İstediği bir şey olmalıydı. Sadece bakmaya devam etmem gerekliydi; ama
    sonra. Bella’nın Jessica ile olan Trigonometri dersi gelip çatmıştı.
    İngilizce’ye giderken, nereye gittiğime bakmıyordum. Jessica çoktan yerine
    geçmişti. Bella’ın gelişini beklerken ayaklarını sabırsızca yere vuruyordu.
    Diğer taraftan, sınıftaki sırama oturduğumda, tamamen hareketsiz hale
    geldim. Arada sırada kıpırdanmayı kendime hatırlatmam gerekliydi, rolümü devam
    ettirmek için. Bu zordu, düşüncelerim Jessica’nınkilere odaklanmıştı. Dikkat
    edeceğini, Bella’nın yüzünü benim için okumaya çalışacağını umuyordum.
    Jessica’nın ayaklarını yere vuruşu, Bella içeri girdiğinde şiddetlendi.
    Suratı asık görünüyor. Niye? Belki de Edward Cullen’la aralarında hiçbir şey yoktur.
    Bu bir hayal kırıklığı olur. Ama… o zaman hala uygun demektir… Eğer aniden birileriyle
    çıkmakla ilgilenmeye başlamışsa, yardımcı olmanın benim için bir sakıncası yok…
    Bella’nın suratı asık değildi, isteksizdi. Endişelenmişti – bunların hepsini
    duyacağımı biliyordu. Kendi kendime gülümsedim.
    “Bana her şeyi anlat!” dedi Jessica, Bella hala montunu sırasının arkasına
    yerleştirirken. İsteksizce ve ihtiyatla hareket ediyordu.
    Öff, çok yavaş. Hadi çekici kısma geçelim!
    “Ne öğrenmek istiyorsun?” dedi Bella vakit kazanmaya çalışarak.
    “Dün gece ne oldu?”
    “Bana yemek ısmarladı ve sonra eve bıraktı.”
    Ve sonra? Hadi ama, bundan daha çok şey olmalı! Yalan söylüyor zaten, biliyorum.
    Bunu öğreneceğim.
    “Eve nasıl o kadar hızlı gelebildin?”
    Bella’nın şüpheli olan Jessica’ya gözlerini devirişini izledim.
    “Arabayı manyak gibi kullanıyor. Korkunçtu.”
    Yüzünde küçük bir gülümseme belirdi ve ben Bay Mason’ın duyurularını
    bölerek sesli şekilde güldüm. Kahkahayı öksürüğe çevirmeye çalıştım; ama kimse
    kanmadı. Bay Mason bana sinirli bir bakış attı; fakat arkasındaki düşünceyi
    dinlemeye uğraşmadım bile. Jessica’yı dinliyordum.
    Hah. Gerçeği söylüyormuş gibi görünüyor. Niye beni bütün bunları kelime kelime
    ağzından almaya zorluyor? Eğer ben olsaydım hava atıyor olurdum.
    “Randevu gibi miydi – orada seninle buluşmasını mı söyledin?”
    Jessica Bella’nın ifadesinden şok geçerken onu izledi ve ne kadar hakiki
    gözüktüğünü görünce hayal kırıklığına uğradı.
    “Hayır – onu orada gördüğümde çok şaşırdım.” dedi Bella ona.
    Neler oluyor?? “Ama bugün seni okula bıraktı?” Hikayenin daha fazlası olmalı.
    “Evet – o da bir sürprizdi. Dün gece bir montum olmadığını fark etmiş.”
    Bu o kadar da eğlenceli değil, diye düşündü Jessica, yine hayal kırıklığına
    uğrayarak.
    Sorgulayışından sıkılmıştım – bilmediğim bir şey duymak istiyordum.
    “O zaman, yine çıkacak mısınız?” diye sordu Jessica.
    “Cumartesi günü beni Seattle’a götürmeyi teklif etti, çünkü kamyonetimin bunu
    başaramayacağını düşünüyor – bu sayılır mı?”
    Hmm. Şüphesiz… onunla ilgilenmek, ona dikkat etmek için, bir nevi. Onun tarafında
    mutlaka bir şeyler olmalı, eğer Bella’da yoksa bile. BU nasıl olabilir ki? Bella delinin teki.
    “Evet.”
    “Peki o zaman,” diye bitirdi Bella. “Evet.”
    “Vay… Edward Cullen.” Ondan hoşlanıyor ya da hoşlanmıyor, bu yine de büyük bir
    şey.
    “Biliyorum.” dedi iç çekerek Bella.
    Ses tonu Jessica’yı cesaretlendirdi. Sonunda – anlıyor gibi konuşuyor!
    Bekle!” dedi Jessica aniden en hayati sorusunu hatırlayarak. “Seni öptü mü?”
    Lütfen evet de ve sonra her saniyeyi anlat!
    “Hayır.” diye mırıldandı Bella ve sonra yüzü asılarak ellerine baktı. “Öyle değil.”
    Lanet olsun. Keşke… Ha. O da bunu dilermiş gibi.
    Suratımı astım. Bella bir şeye üzülmüş gibi görünüyordu; ama bu Jessica’nın
    tahmin ettiği gibi hayal kırıklığı olamazdı. Bunu isteyemezdi. Öğrendiklerinden
    sonra değil. Dişlerime yakın olmak istemezdi. Bildiğine göre, sivri dişlerim vardı.
    Titredim.
    “Belki cumartesi…” diye kışkırttı Jessica.
    Bella “Gerçekten şüpheliyim.” dediğinde daha da rahatsız gözüktü.
    Evet, gerçekten istiyor. Bu onun için berbat bir durum.
    Jessica’nın haklı gibi görünmesinin sebebi bütün bunları onun bakış açısından
    izlemem miydi?
    Yarım saniyeliğine, bu fikir dikkatimi dağıtmıştı, imkansızlığı, onu öpmenin
    nasıl bir şey olacağı. Benim dudaklarıma karşı onun dudakları, soğuk taşa karşı
    sıcak, yumuşak ipek…
    Ve sonra o ölürdü.
    Ürpererek kafamı salladım ve kendimi dikkatimi vermeye zorladım.
    “Ne konuştunuz?” Onunla konuştun mu yoksa şimdi yaptığın gibi ağzından her şeyi
    zorla çekip almak zorunda mı kaldı?
    Acıklı bir şekilde güldüm. Jessica’nın tahmini çok uzak değildi.
    “Bilmiyorum Jess, pek çok şeyden. İngilizce kompozisyonundan biraz konuştuk.”
    Çok az. Daha da geniş gülümsedim.
    Ah, hadi AMA! “Lütfen Bella! Bana biraz detay ver.”
    Bella bir an tereddüt etti.
    “Peki… tamam. Bir tane var. Garsonun onunla nasıl flört etmeye çalıştığını
    görmeliydin; ama o, ona hiç dikkat etmedi bile.”
    Paylaşmak için ne kadar garip bir ayrıntı. Bella’nın fark etmesine şaşırmıştım.
    Çok önemsiz bir şey gibi görünüyordu.
    İlginç… “Bu iyi bir işaret. Güzel miydi?”
    Hmm. Jessica bunun üzerine benim tahmin ettiğimden daha çok düşünmüştü.
    Mutlaka bir kız işi olmalıydı.
    “Çok.” dedi Bella ona. “Ve muhtemelen on dokuz ya da yirmi yaşındaydı.”
    Jessica’nın dikkati bir anlığına pazartesi günü Mike’la olan anısıyla dağılmıştı
    – Mike Jessica’nın güzel olduğunu bile düşünmediği bir garsona çok arkadaş canlısı
    davranmıştı. Anıyı itti ve sinirini bastırarak ayrıntılarla ilgili sorusuna geri döndü.
    “Daha iyi. Senden mutlaka hoşlanıyor olmalı.”
    “Öyle sanıyorum.” dedi Bella yavaşça ve ben sıramın kenarındaydım,
    vücudum hareketsiz ve sertti. “Ama söylemek zor. Her zaman çok gizemli.”
    Düşündüğüm kadar şeffaf ve kontrol dışı olmamalıydım. Yine de…
    dikkatliliğiyle… nasıl ona aşık olduğumu anlayamazdı? Konuşmamızı kafamdan
    tekrar geçirdim ve kelimeleri sesli söylemediğime neredeyse şaşırdım. Bu bilgi her
    sözümüzde alt metin olarak yer alıyormuş gibiydi.
    Vay. Bir erkek modelin karşısında nasıl oturur da konuşabilirsin? “Nasıl oluyor da
    onunla yalnız kalabilecek kadar cesur olabiliyorsun bilmiyorum.” dedi Jessica.
    Bella’nın yüzünde birdenbire şok belirdi. “Niye?”
    Garip bir tepki. Ne kastettiğimi düşündü? “O çok…” Doğru kelime ne? “Korkunç.
    Onunla konuşurken ne söyleyeceğimi bilemiyorum.”
    Bella gülümsedi. “Ben de onun etrafındayken tutarlı olma konusunda problem
    yaşıyorum.”
    Mutlaka Jessica’ya kendini iyi hissettirmeye çalışıyor olmalıydı. Biz
    beraberken neredeyse doğal olmayacak kadar soğukkanlıydı.
    “Pekala.” dedi Jessica iç çekerek. “O inanılmaz derecede göz kamaştırıcı.”
    Bella’nın yüzü birdenbire soğudu. Gözlerinde bir ortada bir adaletsizlik
    olduğu ve buna gücendiği zamanlarda olduğu gibi şimşekler çaktı. Jessica onun yüz
    ifadesindeki değişikliği fark etmedi.
    “Onunla ilgili bundan daha çok şey var.” dedi.
    Ooo. Şimdi bir yere geliyoruz. “Gerçekten mi? Ne gibi?”
    Bella bir süre dudağını ısırdı. “Doğru anlatamam,” dedi sonunda. “Ama
    yüzünün arkasında çok daha inanılmaz.” Jessica’dan uzağa baktı, gözleri hafifçe
    odağını kaybetmişti, sanki çok çok uzaktaki bir şeye bakıyormuş gibi.
    Şimdi hissettiğim duygu, Carlise ve Esme bani hak ettiğimden fazla
    övdüklerinde hissettiğime biraz benziyordu. Benzer; ama daha şiddetli, daha yakıcı.
    Bu saçmalıklarını başka bir yerde sat – o yüzden daha iyi hiçbir şey yok. Tabii söz
    konusu vücudu değilse. Bayılacağım. “Bu mümkün mü?” Jessica kıkırdadı.
    Bella dönmedi. Jessica’yı görmezden gelerek uzaklara bakmaya devam etti.
    Normal bir insan zevk alıyor olurdu. Belki soruları basit tutarsam. Ha ha. Bir
    anaokulu çocuğuyla konuşuyormuşum gibi. “O zaman, ondan hoşlanıyor musun?”
    Yine dimdik duruyordum.
    Bella Jessica’ya bakmadı. “Evet.”
    “Yani, ondan gerçekten hoşlanıyor musun?”
    “Evet.”
    Şu kızarmaya bak!
    Bakıyordum.
    “Ondan ne kadar hoşlanıyorsun?” diye sordu Jessica.
    İngilizce sınıfı alevler içinde kalabilirdi ve ben fark etmezdim bile.
    Bella’nın yüzü şimdi parlak kırmızıydı – sıcaklığı zihinsel resimden neredeyse
    hissedebiliyordum.
    “Çok.” diye fısıldadı. “Onun benden hoşlandığından daha çok; ama bununla ilgili
    ne yapabilirim bilmiyorum.”
    Kahretsin! Bay Varner ne sordu? “Iı – hangi sayı Bay Warner?”
    Jessica’nın artık Bella’yı sorgulayamaması iyiydi. Bir dakikaya ihtiyacım vardı.
    Bu kız ne düşünüyordu şimdi? Benden hoşlandığından daha çok? Nasıl bu sonuca
    varabilmişti? Ama bununla ilgili ne yapabilirim bilmiyorum? Bu ne anlama geliyordu?
    Bu sözlere mantıklı bir açıklama bulamıyordum. Neredeyse anlamsızlardı.
    Açık şeyler, mantıklı şeyler onun o garip beyninde bir şekilde bükülüp geriye
    gidiyordu. Benden hoşlandığından daha çok? Belki de henüz gelenekleri
    reddetmemeliydim.
    Dişlerimi gıcırdatarak saate öfkeyle baktım. Dakikalar bir ölümsüze nasıl bu
    kadar inanılmaz derecede uzun gelebilirdi? Bakış açım neredeydi?
    Bay Varner’ın bütün trigonometri dersi boyunca çenem kasılıydı. Ondan
    kendi sınıfımdaki dersten daha çok şey duydum. Bella ve Jessica tekrar konuşmadı;
    ama Jessica Bella’ya birkaç kere baktı ve bir kere yüzü görünmeyen bir sebeple
    parlak kırmızıydı.
    Öğle yemeği yeterince hızlı gelemedi.
    Jessica’nın ders bittiğinde benim beklediğim cevaplardan bazılarını
    alabileceğinden emin değildim; ama Bella ondan daha hızlıydı.
    Zil çalar çalmaz Jessica’ya döndü.
    “İngilizce’de, Mike bana senin pazartesi akşamıyla ilgili bir şey söyleyip söylemediğini
    sordu.” dedi Bella, bir gülümseme dudaklarının kenarlarını yukarı kaldırırken.
    Bunun ne olduğunu anladım – saldırı en iyi savunmadır.
    Mike beni mi sordu? Mutluluk Jessica’nın zihnini alışıldık sahteliğinden aniden
    korunmasız, yumuşak bir hale getirdi. “Şaka yapıyorsun! Ne dedin?”
    “Çok eğlendiğini anlattığını söyledim – ve memnun olmuş göründü.”
    “Onun tam olarak ne söylediğini ve senin tam cevabını söyle!”
    Belli ki bugün Jessica’dan alacağım bu kadardı. Bella da sanki aynı şeyi
    düşünüyormuş gibi gülümsüyordu. Kazanmış gibi.
    Öğle yemeği ayrı bir hikaye olacaktı. Ondan cevap almakta Jessica’dan daha
    başarılı olacaktım, bunu mutlaka başaracaktım.
    Dördüncü derste Jessica’yı arada kontrol etmeye zorlukla dayanabildim.
    Onun Mike Newton’la ilgili takıntılı düşüncelerine sabrım yoktu. Son iki haftadır
    ondan yeterince çekmiştim. Canlı olduğu için şanslıydı.
    Cansızca Alice ile beden dersine yürüdüm, insanlarla fiziksel aktivite yapma
    zamanı geldiğinde her zaman yaptığımız gibi. Benim takım arkadaşımdı doğal
    olarak. Badminton’ın ilk günüydü. Sıkıntıyla iç çektim ve raketi yavaş çekimle kuşa
    vurup karşı tarafa gönderdim. Lauren Mallory diğer takımdaydı; kaçırdı. Alice
    tavana bakarak raketini sopa gibi döndürüyordu.
    Hepimiz bedenden nefret ederdik, özellikle Emmett. Oyunlarda şike yapmak
    onun kişisel felsefesine göre bir hakaretti. Beden bugün normalden daha kötü
    göründü – Emmett’in her zaman hissettiği gibi sinirliydim.
    Kafam sabırsızlıktan patlamadan önce, Koç Clapp oyunları bitirdi ve bizi
    erken gönderdi. Kahvaltıyı atladığı için gülünç derecede minnettardım – yeni bir
    diyet denemesi – ve bunu izleyen açlığı onu kampüsü terk edip yağlı yemek yeme
    konusunda acele ettirmişti. Yarın tekrar başlayacağına kendi kendine söz verdi…
    Bu bana Bella’nın dersi bitmeden matematik binasına gitmek için yeterince zaman
    verdi.
    İyi eğlenceler, diye düşündü Alice Jasper’la buluşmaya giderken. Sadece birkaç
    gün daha sabredeceğim. Sanırım Bella’ya benden selam söylemezsin, değil mi?
    Sinirlenerek kafamı salladım. Bütün psişikler böyle kendini beğenmiş miydi?
    Bu haftasonu güneşli olacak. Planlarını tekrar gözden geçirmek isteyebilirsin.
    Ters istikamete doğru ilerlerken iç çektim. Kendini beğenmiş; ama kesinlikle
    yararlı.
    Kapının yanındaki duvara yaslanıp bekledim. Jessica’nın sesini tuğlaların
    arasından düşünceleri gibi duyabilecek kadar yakındım.
    “Bugün bizimle oturmuyorsun değil mi?” Sarhoş gibi duruyor… Bahse girerim ki
    bana söylemediği tonlarca şey var.
    “Sanmıyorum.” diye cevapladı Bella, garip şekilde emin olamayarak.
    Ona öğle yemeğini beraber geçireceğimize dair söz vermemiş miydim? Ne
    düşünüyordu?
    Sınıftan beraber çıktılar ve beni gördüklerinde ikisinin de gözleri büyüdü; ama
    sadece Jessica’yı duyabildim.
    Hoş. Vay. Ah, evet, bana söylediğinden daha fazlası dönüyor burada. Belki bu gece
    onu ararım… ya da belki onu cesaretlendirmemeliyim. Hah. Umarım onu aceleyle geçer.
    Mike tatlı ama… vay.
    “Görüşürüz Bella.”
    Bella bana doğru yürüyüp bir adım geride durakladı, hala emin değildi.
    Yanakları pembeydi.
    Onu, tereddüdünün arkasında korku olmadığını anlayacak kadar iyi
    tanıyordum. Belli ki, bu kendi hisleriyle benimkiler arasında hayal ettiği uçurumla
    alakalıydı. Benden hoşlandığından daha çok. Gülünç!
    “Merhaba,” dedim, sesim sertti.
    Yüzü daha da parladı. “Selam.”
    Başka bir şey söylemeye meyilli gözükmüyordu, o yüzden kafeteryaya doğru
    yöneldim ve sessizce yanımda yürüdü.
    Ceket işe yaramıştı – kokusu her zaman olduğu gibi darbe vurmamıştı. Sadece
    zaten hissettiğim acıyı biraz şiddetlendirmişti. Yapabileceğime inandığımda bunu
    daha kolay görmezden gelebiliyordum.
    Bella sıradayken huzursuzdu, dalgınlıkla montunun fermuarıyla oynuyor ve
    ağırlığını gerginlikle bir ayağından diğerine veriyordu. Bana sık sık bakıyordu; ama
    gözlerimiz buluştuğunda utanmış gibi aşağı bakıyordu. Bu pek çok insan bize
    baktığı için miydi? Belki yüksek sesli fısıltıları duyabiliyordu – dedikodu iç seslerde
    olduğu kadar konuşmalarda da mevcuttu.
    Ya da belki, yüz ifademden başının belada olduğunu anlamıştı.
    Yemeğini almaya başlayana kadar hiçbir şey söylemedi. Ne sevdiğini
    bilmiyordum – daha değil – o yüzden her şeyden birer tane aldım.
    “Ne yapıyorsun?” diye tısladı alçak bir sesle. “Bunların hepsini benim için
    almıyorsun değil mi?”
    Kafamı salladım ve tepsiyi kasaya götürdüm. “Yarısı benim için tabii ki.”
    Şüpheyle kaşını kaldırdı; ama ben yemeği öderken ve onunla geçen haftaki
    kan grubu ölçümünde yaşadığı feci deneyimden önce oturduğumuz masaya
    yürürken başka hiçbir şey söylemedi. Birkaç günden daha fazla zaman geçmiş gibi
    geliyordu. Şimdi her şey farklıydı.
    Yine karşıma oturdu. Tepsiyi ona ittim.
    “Ne istersen al.”
    Bir elma aldı ve yüzünde şüpheli bir bakışla elinde döndürdü.
    “Merak ediyorum…”
    Ne büyük sürpriz.
    “Biri sana yemek yeme konusunda meydan okursa ne yaparsın?” diye devam
    etti insan kulaklarının yakalayamayacağı bir sesle. Ölümsüz kulakları ayrı bir
    konuydu, eğer dikkat ediyorlarsa. Muhtemelen onlara daha önce bahsetmeliydim…
    “Her zaman meraklısın,” diye şikayet ettim. Ah pekala. Daha önce yapmamış
    değildim. Rolün bir parçasıydı. Hoş olmayan bir parçası.
    En yakın şeye uzandım ve her neyse ondan bir ısırık alırken gözlerine baktım.
    Bakmadan ne olduğunu söyleyemezdim. Her insan yiyeceği gibi çamurumsu ve
    iğrençti. Hıza çiğnedim ve yüzümü buruşturmamaya çalışarak yuttum. Yiyecek
    kütlesi boğazımdan yavaşça ve rahatsız edici şekilde indi. Daha sonra nasıl kusmak
    zorunda kalacağımı düşününce iç çektim. İğrenç.
    Bella’nın yüzünde şok vardı. Etkilenmişti.
    Gözlerimi devirmek istedim. Tabii ki böyle kandırmalarda iyi olacaktık.
    “Biri sana çamur yemek için meydan okusa yapabilirsin, değil mi?”
    Burnunu buruşturdu ve gülümsedi. “Bir kere yapmıştım… bir iddiada. O
    kadar da kötü değildi.”
    Güldüm. “Sanırım şaşırmadım.”
    Samimi görünüyorlar değil mi? İyi beden dili. Bella’ya incelemelerimi sonra
    anlatırım. Eğer ilgileniyor olsa olacağı gibi ona doğru eğiliyor. İlgili görünüyor. Muhteşem
    görünüyor. Jessica iç çekti. Mmm.
    Jessica’ya baktım ve gerginlikle gözlerini kaçırıp yanındaki kıza kıkırdadı.
    Hmm. Mike’ta kalmak muhtemelen daha iyi. Gerçeklik, hayal dünyası değil…
    “Jessica yaptığım her şeyi analiz ediyor.” diye bilgilendirdim Bella’yı. “Sana
    sonra anlatacak.”
    Tabağı ona doğru geri ittim – pizza olduğunu fark ettim – en iyi nasıl
    başlayabileceğimi düşünerek. Önceki sinirim, sözler kafamda tekrar ederken tekrar
    alevlendi: Benden hoşlandığından daha çok; ama bununla ilgili ne yapabilirim bilmiyorum.
    Aynı pizza diliminden bir ısırık aldı. Ne kadar güven dolu olduğunu görmek beni
    hayrete düşürdü. Tabii ki, zehirli olduğumu bilmiyordu – bu ona zarar vereceğinden
    değil tabii. Yine de bana farklı davranmasını beklerdim. Başka bir şekilde. Bunu hiç
    yapmadı – en azından olumsuz yönde…
    Nazikçe başlayacaktım.
    “Yani garson güzeldi öyle mi?”
    Tekrar kaşını kaldırdı. “Gerçekten fark etmedin mi?”
    Sanki herhangi bir kadın benim dikkatimi Bella’dan alabilirmiş gibi. Gülünç,
    yine.
    “Hayır, dikkat etmiyordum. Aklımda çok şey vardı.”
    “Zavallı kız.” dedi Bella gülümseyerek.
    Garsonu herhangi bir şekilde ilginç bulmamamdan memnun olmuştu. Bunu
    anlayabilirdim. Mike Newton’ı Biyoloji sınıfında sakatlamayı kaç kere hayal
    etmiştim?
    Gerçekten insan duygularının, on yedi kısa ölümlü yılının birikiminin,
    yüzyıldır içimde büyüyen ölümsüz tutkulardan daha güçlü olduğuna inanamazdı.
    “Jessica’ya söylediğin bir şey…” Sesimi sıradan tutamamıştım. “Beni rahatsız
    etti.”
    Anında savunmaya geçti. “Hoşlanmadığın bir şey duymana şaşırmadım.
    Gizlice dinleyenler hakkında ne derler bilirsin.”
    “Dinleyeceğime dair seni uyarmıştım.” diye hatırlattım ona.
    “Ve ben de düşündüğüm her şeyi bilmek istemeyeceğine dair seni
    uyarmıştım.”
    Ah, onu ağlattığım zamanı düşünüyordu. Vicdan azabı sesimi boğuklaştırdı.
    “Uyardın. Tamamen haklı değilsin gerçi. Ne düşündüğünü bilmek istiyorum
    – her şeyi. Sadece… bazı şeyleri düşünüyor olmamanı dilerdim.”
    Daha fazla yarı-yalanlar. Onun beni önemsemesini istememem gerektiğini
    biliyordum; ama istiyordum. Tabii ki istiyordum.
    “Bu oldukça farklı bir şey.” diye homurdandı bana kaşlarını çatarak.
    “Ama konumuz tam olarak bu değil.”
    “O zaman ne?”
    Bana doğru eğildi, eli boğazını hafifçe kavradı. Bu gözümü aldı – dikkatimi
    dağıttı. Ne kadar yumuşak olmalıydı…
    Odaklan, diye emrettim kendime.
    “Gerçekten, senin bana, benim sana verdiğimden daha çok değer verdiğine mi
    inanıyorsun?” diye sordum. Soru kulağıma gülünç geldi, kelimeler mücadele
    veriyormuş gibi.
    Gözleri büyüdü, soluk alıp verişi durdu. Sonra gözlerini kırpıştırarak uzağa
    baktı. Zorlukla nefes aldı.
    “Yine yapıyorsun.” diye mırıldandı.
    “Neyi?”
    “Beni büyülüyorsun.” diye itiraf etti gözlerime ihtiyatla bakarak.
    “Ah.” Hmm. Bunu nasıl yapmayacağımdan pek emin değildim, onu
    büyülemeyi istemediğimden de. Hala yapabildiğim için büyük heyecan
    duyuyordum; ama bu konuşmanın ilerlemesine katkıda bulunmuyordu.
    “Senin hatan değil.” İç çekti. “Elinde değil.”
    “Soruma cevap verecek misin?” diye sordum.
    Masaya baktı. “Evet.”
    Söylediği tek şey buydu.
    “Evet, cevap vereceksin ya da evet, gerçekten böyle düşünüyorsun?” diye
    sordum sabırsızca.
    “Evet, gerçekten böyle düşünüyorum.” dedi yukarı bakmadan. Sesinde hafif
    bir hüzün vardı. Tekrar kızardı ve bilinçsizce dudağını ısırdı.
    Aniden, hakikaten inandığı için bunu itiraf etmenin ona göre ne kadar zor
    olduğunu anladım ve Mike ödleğinden daha iyi olmadığımı fark ettim;
    kendiminkileri onaylamadan önce, onun hislerini sormuştum. Tarafımı oldukça açık
    belli ettiğimi düşünmem önemli değildi. Ona ulaşamamıştım ve bu yüzden
    mazeretim yoktu.
    “Yanılıyorsun.” dedim. Sesimdeki şefkati mutlaka duymuş olmalıydı.
    Bella bana baktı, gözleri anlaşılmazdı, hiçbir şey ele vermiyorlardı. “Bunu
    bilemezsin.” diye fısıldadı.
    Düşüncelerini duyamadığım için duygularını küçümsediğimi düşünüyordu;
    ama gerçekte, problem onun benim hislerimi küçümsemesiydi.
    “Sana böyle düşündüren ne?”
    Kaşlarının arasında bir kıvrım belirerek ve dudağını ısırarak bana baktı.
    Milyonuncu kere, çaresizce onu duyabilmeyi diledim.
    Hangi düşünceyle boğuştuğunu söylemesi için yalvarmak üzereydim; ama
    konuşmamı engellemek için bir parmağını kaldırdı.
    “Düşünmeme izin ver.” dedi.
    Düşüncelerini düzenlediği sürece sabırlı olabilirdim.
    Ya da oluyormuş gibi davranabilirdim.
    Ellerini birbirine bastırdı, narin parmaklarını birbirine geçirip ayırmaya
    başladı. Konuşurken, ellerini sanki başkalarına aitlermiş gibi izliyordu.
    “Pekala, açık olan sebebin dışında,” diye mırıldandı. “Bazen… Emin
    olamıyorum – nasıl akıl okunacağını bilmiyorum – ama bazen başka bir şey
    söylerken veda etmeye çalışıyorsun gibi geliyor.” Yukarı bakmadı.
    Bunu yakalamıştı değil mi? Beni burada sadece zayıflık ve bencilliğin
    tuttuğunu da anlamış mıydı?
    “Akıllıca.” diye fısıldadım ve acı yüz ifadesini değiştirirken dehşetle izledim.
    Tahminini yalanlamak için acele ettim. “Aslında bu tam olarak yanıldığın yer–” diye
    başladım; ama açıklamasının ilk sözlerini hatırlayarak durakladım. Doğru
    anladığımdan emin olmasam da beni rahatsız etti. “’Açık olan sebep’ derken ne
    demek istiyorsun?”
    “Eh, bana bir bak.” dedi.
    Bakıyordum. Her zaman yaptığım şey ona bakmaktı. Ne demek istemişti?
    “Ben tamamen sıradanım.” diye açıkladı. “Tabii, ölümün kıyısından
    döndüğüm deneyimlerim ve sakarlığım dışında. Ve bir de kendine bak.” Bana doğru
    elini salladı, sanki sesli söylenmeye değmeyecek kadar açık bir şeyi gösteriyormuş
    gibi.
    Sıradan olduğunu mu düşünüyordu? Bir şekilde ondan daha iyi olduğumu
    mu düşünüyordu? Kime göre? Jessica ya da Bayan Cope gibi aptal, dar görüşlü, kör
    insanlara göre mi? Nasıl oluyordu da anlamıyordu kendinin en güzel… en
    mükemmel… olduğunu… Bu kelimeler bile yeterli değildi.
    Ve onun hiçbir fikri yoktu.
    “Kendini tam olarak göremiyorsun biliyor musun?” dedim ona. “Kötü şeyler
    konusunda dermansız olduğunu itiraf ediyorum…” Neşesizce güldüm. Peşini
    bırakmayan kötü kaderi komik bulmuyordum; ama sakarlığı bir nevi komikti.
    Sevimli. Ona hem içinin hem de dışının güzel olduğunu söylesem bana inanır mıydı?
    Muhtemelen onaylamayı daha ikna edici bulurdu. “Ama ilk gününde okuldaki
    bütün erkeklerin ne düşündüğünü duymadın.”
    Ah, o düşüncelerin umudu, heyecanı, istekliliği. İmkansız fantezilere dönüş
    hızları. İmkansız, çünkü o, onlardan hiçbirini istememişti.
    Evet dediği kişi bendim.
    Gülümsemem mutlaka kendini beğenmiş olmalıydı.
    Yüzü şaşkınlıkla boştu. “Buna inanmıyorum.” diye mırıldandı.
    “Bana sadece bir kere güven – sen sıradan tanımlamasının tam tersisin.”
    Varlığı bile tek başına bütün dünyanın yaratılışını haklı çıkarmaya yeterdi.
    İltifatlara alışık değildi, bunu görebiliyordum. Alışmak zorunda kalacağı
    başka bir şey de buydu. Kızardı ve konuyu değiştirdi. “Ama ben veda etmiyorum.”
    “Görmüyor musun? Bu benim haklı olduğumu kanıtlıyor. En çok ben değer
    veriyorum, çünkü eğer yapabilirsem…” Doğru şeyi yapabilmek için hiç yeterince
    fedakar olabilecek miydim? Çaresizce kafamı salladım. Yeterli gücü bulmak
    zorundaydım. O bir hayatı hak ediyordu. Alice’in onun için geldiğini gördüğü şeyi
    değil. “Eğer gitmek doğru şeyse…” Ve doğru şey olmalıydı, değil mi? Umursamaz
    bir melek yoktu. Bella bana ait değildi. “O zaman senin incinmemen için, güvende
    olman için ben kendimi incitirim.”
    Kelimeler ağzımdan çıkarken, doğru olmalarını diledim.
    Bana öfkeyle baktı. Bir şekilde sözlerim onu sinirlendirmişti. “Ve benim aynı
    şeyi yapmayacağımı mı düşünüyorsun?” diye sordu öfkeyle.
    Çok öfkeli – çok yumuşak ve çok kırılgan. O birini nasıl incitebilirdi ki?
    “Hiçbir zaman bu kararı vermek zorunda kalmayacaksın.” dedim ona, aramızdaki
    büyük fark yüzünden üzülerek.
    Gözlerindeki öfkenin yerini endişe alır ve kaşlarının arasındaki ufak kıvrımı
    ortaya çıkarırken, bana baktı.
    Eğer bu kadar iyi ve kırılgan birinin, onu beladan uzak tutacak bir koruyucu
    meleği yoksa, evrenin düzeninde büyük bir sorun var demekti.
    Eh, diye düşündüm kara mizahla, en azından bir koruyucu vampiri var.
    Gülümsedim. Kalmak için olan bahanemi ne kadar çok seviyordum. “Tabii,
    seni güvende tutmak sürekli yanında olmamı gerektiren tam zamanlı bir iş gibi
    gelmeye başladı.”
    O da gülümsedi. “Bugün kimse beni öldürmeye çalışmadı,” dedi kaygısızca
    ve sonra gözleri tekrar anlaşılmaz hale gelmeden önce yüzü yarım saniyeliğine
    şüpheli göründü.
    “Henüz.” diye ekledim.
    “Henüz.” dedi beni şaşırtarak. Korunmaya ihtiyacı olduğunu inkar etmesini
    beklemiştim.
    Nasıl yapar? Bencil budala! Bize bunu nasıl yapar? Rosalie’nin delici iç çığlıkları
    konsantrasyonumu bozdu.
    Kafeteryanın karşısında Emmett’in “Sakin ol Rose.” diye fısıldadığını
    duydum. Kolu omzundaydı, onu yanında tutuyordu – alıkoyuyordu.
    Özür dilerim Edward, diye düşündü Alice suçlu suçlu. Bella’nın çok şey bildiğini
    konuşmanızdan anladı… ve eğer ona gerçeği anında söylemeseydim çok daha kötü olacaktı.
    Bana güven.
    Bana, eğer Rosalie’ye Bella’nın benim bir vampir olduğumu bildiğini evde, rol
    yapmak zorunda kalmayacağı bir yerde söyleseydim ne olacağını gösterdiğinde
    irkildim. Okul bitene kadar sakinleşmezse Aston Martin’imi şehir dışında bir yere
    saklamak zorunda kalacaktım. En sevdiğim arabamın ezilmiş ve yanan görüntüsü
    üzücüydü – bir ceza hak ettiğimi bilmeme rağmen.
    Jasper da daha mutlu değildi.
    Onlarla sonra yüzleşirdim. Bella’yla beraber olmak için çok az vaktim vardı ve
    bunu harcamayacaktım. Ayrıca Alice’i duymak bana yapacak işlerim olduğunu
    hatırlatmıştı.
    “Sana başka bir sorum var.” dedim Rosalie’nin iç histerilerinin sesini
    bastırarak.
    “Sor.” diyerek gülümsedi Bella.
    “Cumartesi Seattle’a gerçekten gitmen gerekli mi, yoksa bu sadece
    hayranlarından kurtulmak için kullandığın bir bahane miydi?”
    Yüzünü buruşturdu. “Biliyorsun, seni Tyler olayında hala affetmedim. Onunla
    baloya gideceğimi düşünmesi senin suçun.”
    “Ben olmadan da sana sormanın bir yolunu bulurdu – sadece yüzünü görmek
    istedim.”
    Dehşet içindeki yüz ifadesini hatırlayınca güldüm. Kendi karanlık hikayemle
    ilgili söylediğim hiçbir şey yüzünü o hale getirmemişti. Gerçek onu korkutmamıştı.
    O benimle olmak istemişti.
    “Eğer sana teklif etseydim, beni reddeder miydin?”
    “Muhtemelen hayır,” dedi. “ama sonra iptal ederdim – hastalık ya da bilek
    burkulması numarası yapardım.”
    Ne kadar garip. “Niye böyle bir şey yapardın ki?”
    Anında anlamadığım için hayal kırıklığına uğramışçasına kafasını salladı.
    “Sanırım beni beden dersinde hiç görmedin; ama senin anlayacağını düşünmüştüm.”
    Ah. “Dümdüz bir zeminde, üzerinde takılacak bir şey bulmadan
    yürüyememenden mi bahsediyorsun?”
    “Belli ki.”
    “Sorun olmazdı. Her şey yönetimde bitiyor.”
    Saniyenin kısa bir kesitinde bir dans sırasında – şüphesiz, bu kazak yerine
    daha güzel ve zarif bir şey giyeceği bir yerde – onun kollarımda olması fikriyle
    kendimden geçmiştim.
    Kusursuz bir netlikle, onu üzerine gelen minibüsün önünden ittiğimde
    vücudunun kendiminkinin altında nasıl hissettiğini hatırladım. Bu hissi, panikten ya
    da üzüntüden ya da çaresizlikten daha güçlü olarak hatırlayabiliyordum. Çok sıcak
    ve çok yumuşaktı, kendi kaya şeklime kolaylıkla uymuştu…
    Kendimi anıdan zorla geri çektim.
    “Ama bana cevap vermedin–” dedim, benimle sakarlığı konusunda
    tartışacağını tahmin ederek. “Seattle’a gitmeye kararlı mısın yoksa başka bir şey
    yapmamızın bir sakıncası var mı?”
    Çapraşık – o gün benden uzaklaşma şansı vermeden, seçenek sunuyordum.
    Adil değildim; ama dün gece ona bir söz vermiştim… ve onu tutma fikrinden
    hoşlanmıştım – neredeyse beni korkuttuğu kadar.
    Cumartesi günü güneş ışıyor olacaktı. Ona gerçek beni gösterebilirdim, eğer
    dehşetine ve tiksinmesine katlanabilecek kadar cesursam. Bu riski alabileceğim bir
    yer biliyordum.
    “Başka seçeneklere açığım,” dedi Bella. “ama isteyeceğim bir iyilik var.”
    “Ne?”
    “Arabayı ben kullanabilir miyim?”
    “Niye?”
    “Charlie’ye Seattle’a gideceğimi söylediğimde, özellikle yalnız gidip
    gitmeyeceğimi sordu ve o sırada durum öyleydi. Eğer tekrar sorarsa, muhtemelen
    yalan söylemem; ama yine soracağını sanmıyorum ve kamyonetimi evde bırakmak
    sadece konuyu gereksiz yere açar. Ayrıca, araba sürüşün beni korkutuyor.”
    Gözlerimi devirdim. “Benimle ilgili seni korkutabilecek o kadar şey varken,
    sen araba sürüşümden korkuyorsun.” Hakikaten beyni ters çalışıyordu. Rahatsız bir
    şekilde kafamı salladım.
    Edward, diye seslendi Alice aceleyle.
    Aniden, Alice’in görüşlerinden birinde parlak bir güneş ışığı dairesine
    bakıyordum.
    Bu iyi bildiğim, Bella’yı götürmeyi düşündüğüm yerdi – benden başka
    kimsenin gitmediği küçük bir çayırlık. Yalnız kalmaya güvenebileceğim sessiz, güzel
    bir yer – herhangi bir patika ya da insan yerleşkesinden yeterince uzaktı, zihnim bile
    huzur bulabiliyordu.
    Alice de tanıdı, çünkü beni kısa zaman önce başka bir görüşünde orada
    görmüştü – Alice’in Bella’yı minibüsten kurtardığım sabah gösterdiği değişken, uzak
    görüntülerden biriydi.
    O bulanık görüşte, yalnız değildim; ama şimdi netti – Bella orada benimleydi.
    O zaman, yeterince cesurdum. Yüzünde gökkuşakları dans ediyordu, gözleri
    anlaşılmazdı ve bana bakıyordu.
    Burası aynı yer, diye düşündü Alice, zihni görüntüyle eşleştiremediğim bir
    dehşetle doluyken. Gerginlik belki; ama dehşet? Ne demek istemişti, aynı yer derken?
    Ve sonra gördüm.
    Edward! diye haykırdı Alice, tiz bir sesle. Onu seviyorum Edward!
    Sesini haince kestim.
    Bella’yı benim sevdiğim gibi sevmiyordu. Görüşü imkansızdı. Yanlıştı. Bir
    şekilde kör olmuştu, imkansızlıkları görüyordu.
    Yarım saniye bile geçmemişti. Bella yüzüme merakla ve isteğini kabul etmemi
    bekleyerek bakıyordu. Yüzümden geçen korkuyu görmüş müydü, yoksa onun için
    çok mu hızlıydı?
    Alice’i ve kusurlu, yalancı görüşlerini iterek Bella’ya, bitmemiş konuşmamıza
    odaklandım. Dikkatimi hak etmiyorlardı.
    “Babana günü benimle geçirdiğini söylemek istemez misin?” diye sordum,
    sesimden karanlık sızarak.
    Daha uzağa göndermeye, kafamın içinde belirmelerini engellemeye çalışarak,
    görüntüleri tekrar ittim.
    “Charlie ile ne kadar az, o kadar iyi.” dedi Bella, bu durumdan emin olarak.
    “Nereye gidiyoruz bu arada?”
    Alice yanılıyordu. Tamamen yanılıyordu. Bunun ihtimali yoktu ve bu sadece
    eski bir görüştü, artık geçersizdi. İşler değişmişti.
    “Hava güzel olacak.” dedim yumuşakça, panik ve kararsızlıkla savaşırken.
    Alice yanılıyordu. Bir şey duymamış ya da görmemiş gibi devam edecektim. “O
    yüzden insanların arasında olmayacağım… ve eğer istersen sen de benimle
    kalabilirsin.”
    Bella hemen anladı ve gözleri istekle parladı. “Ve bana güneşle ilgili
    kastettiğin şeyi mi göstereceksin?”
    Belki, daha önce pek çok kere olduğu gibi, tepkisi beklediğimin tersi olurdu.
    İhtimale gülümsedim ve ana geri dönmek için çabaladım. “Evet; ama…” Evet
    dememişti. “Eğer benimle… yalnız kalmak istemezsen, yine de Seattle’a tek başına
    gitmemeni tercih ederim. O kadar büyük bir şehirde başına alabileceğin belayı
    düşününce ürperiyorum.”
    Dudaklarını birbirine bastırdı; alınmıştı.
    “Phoenix Seattle’dan üç kat daha büyük –sadece nüfus olarak. Fiziksel
    büyüklükte-“
    “Ama belli ki Phoenix’teyken başına bu kötü şans dadanmamıştı, dedim
    savunmasını keserek. “O yüzden benimle kalmanı tercih ederim.”
    Sonsuza kadar kalabilirdi; ama yeterince uzun olmazdı.
    Böyle düşünmemeliydim. Sonsuza kadar vaktimiz yoktu. Geçen saniyeler
    öncekinden çok daha fazla sayılıyordu; ben olduğum gibi kalırken, her saniye onu
    değiştiriyordu.
    “Seninle yalnız kalmanın benim için bir sakıncası yok.” dedi.
    Hayır – çünkü içgüdüleri tersti.
    “Biliyorum.” dedim iç çekerek. “Charlie’ye söylemelisin ama.”
    “Niye böyle bir şey yapayım?” diye sordu dehşete düşmüş görünerek.
    Ona baktım, tamamen bastırmayı başaramadığım görüntüler kafamın içinde
    hastalıklı şekilde dönüyordu.
    “Bana, seni geri getirmeme teşvik edici bir sebep vermek için.” diye tısladım.
    Bana bu kadarını verebilirdi – beni dikkatli olmaya zorlayacak bir tanık.
    Alice niye bu bilgiyi bana şimdi vermişti?
    Bella sesli bir şekilde yutkundu ve uzun bir süre bana baktı. Ne görmüştü?
    “Sanırım şansımı deneyeceğim.” dedi.
    Öff! Hayatını riske atmaktan bir heyecan mı duyuyordu? Adrenaline bayılıyor
    muydu?
    Uyaran bakışlarla bana bakan Alice’e kaşlarımı çattım. Onun yanında, Rosalie
    öfkeyle bakıyordu; ama çok da umurumda değildi. Arabayı mahvetsin, ne olacak?
    Sadece bir oyuncaktı.
    “Başka bir şey hakkında konuşalım.” diye önerdi Bella aniden.
    Asıl önemli olana nasıl bu kadar kayıtsız olabileceğini merak ederek Bella’ya
    baktım. Niye beni olduğum canavar olarak görmüyordu?
    “Ne hakkında konuşmak istiyorsun?”
    Gözleri kulak misafiri olabilecek biri olup olmadığını kontrol eder gibi önce
    sağa, sonra sola kaydı. Mutlaka efsanelerle alakalı başka bir konu açacak olmalıydı.
    Gözleri bir saniyeliğine dondu, vücudu dikeldi ve sonra tekrar bana baktı.
    “Geçen hafta niye Keçi Kayalıkları’na gittiniz… avlanmak için? Charlie
    yürümek için iyi bir yer olmadığını söyledi, ayılar yüzünden.”
    Çok unutkan. Kaşımı kaldırarak ona baktım.
    “Ayılar?” dedi soluğu kesilerek.
    Yerleşmesini beklerken alayla güldüm. Bu beni ciddiye almasını sağlar mıydı?
    Herhangi bir şey bunu sağlar mıydı?
    İfadesini toparladı. “Biliyorsun, ayı avlama sezonunda değiliz.” dedi gözlerini
    kısarak.
    “Eğer dikkatle okursan, yasalar sadece silahlarla avlamayı yasaklıyor.”
    Yüzündeki kontrolünü bir anlığına tekrar kaybetti. Dudakları açıldı.
    “Ayılar?” dedi tekrar, bu sefer şok yerine tereddütle.
    “Boz ayı Emmett’ın en sevdiği.”
    Yerleşmesini izleyerek gözlerine baktım.
    “Hmm” diye mırıldandı. Aşağı bakarak pizzadan bir ısırık daha aldı.
    Düşünceli bir şekilde çiğnedi, sonra içeceğinden bir yudum aldı.
    “O zaman,” dedi sonunda bana bakarak. “Senin en sevdiğin ne?”
    Sanırım böyle bir şey beklemeliydim; ama beklemiyordum. Bella her zaman
    ilginçti.
    “Dağ aslanı.” dedim düşünmeden.
    “Ah.” dedi sıradan bir tonla. Kalbi, sanki en sevdiğim restoranı söylemişim
    gibi düzenli olarak atmaya devam etti.
    İyi o zaman. Eğer alışılmadık bir şey yokmuş gibi davranmak istiyorsa…
    “Tabii ki, mantıksızca avlanarak doğaya zarar vermemek için dikkatli olmak
    zorundayız. Yırtıcı hayvanların fazla olduğu yerlere odaklanmaya çalışıyoruz.
    Burada her zaman geyik var; ama eğlencesi nerede?”
    Sanki ders veren bir öğretmenmişim gibi kibarca ilgili bir ifadeyle dinledi.
    Gülmek zorunda kaldım.
    “Gerçekten.” diye mırıldandı sakince, pizzadan başka bir ısırık alarak.
    “Bahar başlangıcı Emmett’ın favori ayı sezonu.” dedim derse devam ederek.
    “Kış uykusundan yeni çıkmış oluyorlar, o yüzden daha asabiler.”
    Yetmiş yıl geçmişti ve hala ilk maçı kaybetmeyi atlatamamıştı.
    “Asabi bir boz ayıdan daha eğlenceli bir şey olamaz.” diye katıldı Bella ciddi
    bir şekilde.
    Mantıksız sakinliğine kafamı sallarken kendimi gülmekten alıkoyamadım.
    Abartı olmalıydı. “Şimdi gerçekten ne düşündüğünü söyle lütfen.”
    “Resmetmeye çalışıyorum – ama yapamıyorum.” dedi, kaşlarının arasında bir
    kıvrım belirerek. “Bir ayıyı silahsız nasıl avlayabiliyorsunuz?”
    “Ah, silahlarımız var.” dedim ona ve genişçe gülümsedim. Ürkmesini
    beklemiştim; ama beni hareketsizce izlemeye devam etti. “Sadece, yasaları
    hazırlarken düşünmedikleri çeşitten. Eğer televizyonda bir ayının saldırısını
    gördüysen, Emmett’i avlanırken hayal edebilirsin.”
    Diğerlerinin oturduğu masaya baktı ve titredi.
    Sonunda. Ancak sonra kendime gülmek zorunda kaldım, çünkü bir yanımın
    kayıtsız kalmasını dilediğini biliyordum.
    Şimdi bana bakarken koyu renk gözleri büyük ve derindi. “Sen de mi bir ayı
    gibisin?” diye sordu neredeyse fısıldayarak.
    “Daha çok aslan, öyle söylüyorlar.” dedim ona, sesimin normal çıkması için
    çabalayarak. “Belki de tercihlerimiz belirliyordur.”
    Dudakları köşelerinden yukarı doğru hafifçe kıvrıldı. “Belki de.” diye
    tekrarladı ve sonra başını yana doğru eğdi, merak gözlerinde açıktı. “Bu ileride
    görebileceğim bir şey mi?”
    Dehşeti görmek için Alice’in görüntülerine ihtiyacım yoktu – hayal gücüm
    yeterliydi.
    “Kesinlikle hayır.” dedim öfkeyle.
    Benden geri çekildi, gözleri sersemlemiş ve korkmuştu.
    Ben de aramıza mesafe koymak isteyerek geri çekildim. Hiçbir zaman
    görmeyecekti değil mi? Onu hayatta tutmama yardım edecek hiçbir şey
    yapmayacaktı.
    “Benim için çok mu korkutucu?” diye sordu, sesi düzdü; ama kalbi hala iki
    kat hızla atıyordu.
    “Eğer durum bu olsaydı seni bu gece götürürdüm.” dedim dişlerimin
    arasından. “Sağlıklı bir doz korkuya ihtiyacın var. Senin için daha iyi bir şey
    olamaz.”
    “O zaman niye?” diye sordu azimle.
    Korkmasını bekleyerek ona öfkeyle baktım. Ben korkmuştum. Bella’nın
    yakınındayken avlanırsam olacakları çok net resmedebiliyordum.
    Gözleri merakla bakmaya devam etti, sabırsızdı; ama başka bir şey yoktu.
    Cevabımı bekledi, vazgeçmedi.
    Ama saatimiz bitmişti.
    “Sonra,” dedim de ayağa kalktım. “Geç kalacağız.”
    Şaşkınlıkla etrafına baktı, sanki öğle yemeğinde olduğumuzu unutmuş gibi.
    Sanki okulda olduğumuzu bile unutmuş gibi – özel bir yerde yalnız olmadığımıza
    şaşırmış gibi. Bu duyguyu tamamen anlıyordum. Onunlayken dünyanın kalanını
    hatırlamak zordu.
    Hızla kalktı ve çantasını omzuna attı.
    “Sonra o zaman.” dedi ve ağzının şeklinde kararlılığı görebildim, bunu
    unutmayacaktı.

      Forum Saati Paz Nis. 28, 2024 8:47 pm