SORULAR
CNN haberi ilk olarak verdi.
Okula gitmeden haberlere rastladığıma memnundum, insanların bu durumu
nasıl anlatacağını ve ne kadar dikkat çekeceğini duymak için endişeyle beklemiştim.
Şansıma, bugün fazla haber vardı. Güney Amerika’da bir deprem olmuştu ve Orta
Doğu’da politik bir kaçırma olayı vardı. Böylece olay, sadece birkaç cümle ve bir tane
kalitesiz resimle, birkaç saniyede anlatıldı.
“Alonzo Calderas Wallace, Teksas ve Oklahoma’da aranan seri tecavüzcü ve
katil, isimsiz bir ihbar üzerine dün gece Portland, Oregon’da yakalandı. Wallace bu
sabah erken saatlerde, polis istasyonuna sadece birkaç yarda ötede bilinçsiz halde
bulundu. Yetkililer mahkemeye çıkarılmak için Houston’a mı, yoksa Ohlahoma’ya
mı iade edileceği konusunda henüz kesin bir şey söylemediler.”
Resim net değildi ve çekildiği sırada uzun bir sakalı vardı. Bella görse bile,
muhtemelen onu tanımazdı. Görmemesini umdum; bu onu gereksiz yere
korkuturdu.
“Kasabadaki yorumu hafif olacak. Yerel ilgiyi çekmek için çok uzakta.” dedi
Alice bana. “Carlisle’ın onu eyalet dışına götürmesi iyi olmuş.”
Başımı salladım. Bella pek televizyon izlemezdi ve babasını da spor kanalı
dışında bir şey izlerken hiç görmemiştim.
Yapabileceğimi yapmıştım. Bu canavar artık avlanmıyordu ve ben de bir katil
değildim. Son zamanlarda en azından. Carlisle’a güvenmekle doğru yapmıştım, her
ne kadar bu canavarın böyle kolay kurtulamamış olmasını dilesem de. Kendimi
Teksas’a iade edilmesini dilerken buldum, orada idam cezası bayağı çok
veriliyordu…
Hayır. Önemli değildi. Bunu arkamda bırakacak ve en önemli olana
odaklanacaktım.
Bella’nın odasından ayrılalı yarım saat olmamıştı. Şimdiden onu tekrar
görebilmek için yanıp tutuşuyordum.
“Alice, bir sakıncası–”
Sözümü kesti. “Rosalie kullanır. Sinirli görünecek; ama biliyorsun ki
arabasıyla hava atmaya bayılır.” Bir kahkaha attı.
Sırıttım. “Okulda görüşürüz.”
İç çekti ve sırıtmam silindi, yüzümü buruşturdum.
Biliyorum, biliyorum, diye düşündü. Daha değil. Sen Bella’nın beni tanımasına
hazır olana kadar bekleyeceğim. Bilmelisin gerçi, bencil olan sadece ben değilim. Bella da beni
sevecek.
Kendi kendime surat astım. Bella’nın istediği ile, Bella için iyi olan şeyler
tamamen farklıydı.
Arabamı evinin önüne park ettiğimde huzursuzluk hissetmeye başladım.
İnsan atasözleri işlerin göze sabahları daha farklı göründüğünü söylerdi –
uyuduktan sonra değiştiğini. Bella’ya sisli bir günün zayıf ışığında farklı görünür
müydüm? Gecenin siyahlığında olduğumdan daha kötü mü yoksa daha iyi mi?
Gerçek uyurken mi kafasına yerleşmişti? Sonunda korkar mıydı?
Dün gece rüyaları huzurluydu gerçi. Tekrar tekrar adımı söylediğinde
gülümsemişti. Birden çok, mırıldanarak kalmam için yalvarmıştı. Bunlar bugün
hiçbir şey ifade etmez miydi?
Gerginlikle, evinin içindeki sesleri dinleyerek bekledim – merdivenlerdeki
hızlı, sendeleyen adımları, bir folyonun sert yırtılışını, kapısı sertçe kapatıldığında
buzdolabının içindekilerin birbirine çarpışını. Acele ediyormuş gibiydi. Okula
gitmek için heyecanlı mıydı? Bu düşünce beni tekrar gülümsetti, umutlandırdı.
Saate baktım. Sanırım – kamyonetinin hız sınırını göze alırsak – biraz geç
kalıyordu.
Bella çantası omzundan kayarak, saçları karışık, şimdiden dağılmaya başlamış
halde toplanmış olarak aceleyle evden çıktı. Giydiği kalın, yeşil kazak soğuk siste
omuzlarının çökmesini engellemeye yeterli değildi.
Uzun kazak onun için çok büyüktü. İnce vücut yapısını maskelemiş, bütün
narin kıvrımları ve yumuşak çizgileri şekilsiz bir hale getirmişti. Buna, neredeyse
dün giydiği mavi bluza benzer bir şey giymesini dilediğim kadar, minnettar da
kalmıştım… kumaş dün tenine çok çekici şekilde sarılmıştı, köprücük kemiklerinin
boğazının altındaki boşluktaki kıvrımının büyüleyiciliğini meydana çıkaracak kadar
alçak kesimliydi. Mavi renk, narin vücudunun üzerinde su gibi süzülüyordu…
Düşüncelerimi o şekilden çok çok uzakta tutmam daha iyiydi – zorunluydu –
o yüzden giydiği, üzerine yakışmayan kazağa minnettardım. Hata yapmayı göze
alamazdım ve dudakları… teni… vücudu… ile ilgili düşüncelerin yol açtığı garip
açlıkların üzerinde durmak devasa bir hata olurdu. Yüz yıldır benden kaçan
açlıkların… ama kendime onu dokunmayı düşünmek için izin veremezdim, çünkü
bu imkansızdı.
Onu incitirdim.
Bella kapıya arkasını dönüp öyle aceleyle koştu ki, neredeyse arabamın
yanından fark etmeden geçecekti.
Sonra aniden durdu, çantası kolundan daha aşağı kaydı ve gözleri arabaya
odaklanırken kocaman açıldı.
İnsan hızında hareket etmeye hiç uğraşmadan dışarı çıktım ve kapıyı onun
için açtım. Artık onu kandırmaya çalışmayacaktım – en azından yalnızken, kendim
olacaktım.
Sisin içinde birdenbire belirmeme şaşırarak tekrar bana baktı, sonra
gözlerindeki şaşkınlık başka bir şeye dönüştü ve ben artık dün geceki düşüncelerinin
değiştiğinden korkmuyordum – ya da değiştiğini ümit etmiyordum. Sıcaklık, merak,
büyülenme, hepsi gözlerinin erimiş çikolatasında yüzüyordu.
“Bugün okula benimle gitmek ister misin?” diye sordum. Dün geceki yemeğin
aksine, seçmesine izin verecektim. Bundan sonra, her şey onun seçimi olmalıydı.
“Evet, teşekkürler.” diye mırıldandı arabaya tereddütle girerek.
Evet dediği kişi olmanın bana verdiği heyecan hiç azalacak mıydı? Bundan
şüpheliydim.
Ona katılma isteğiyle, hızla arabanın etrafından dolandım. Ani belirişime
şaşırdığına dair hiçbir işaret göstermedi.
Yanımda oturduğunda hissettiğim mutluluğun eşi yoktu. Ailemin sevgisi ve
arkadaşlığından ne kadar keyif alsam da, dünyanın sunduğu çeşitli davetlere ve
rahatsızlıklara rağmen, hiç bunun kadar mutlu olmamıştım. Bunun yanlış olduğunu
ve muhtemelen iyi sonlanmayacağını bilmeme rağmen yüzümden gülümsememi
uzun süre uzak tutamıyordum.
Ceketim koltuğunun baş kısmında duruyordu. Ona baktığını gördüm.
“Ceketi senin için getirdim.” dedim ona. Davetsizce ortaya çıkmamın bahanesi
buydu. Hava soğuktu. Montu yoktu. Şüphesiz, bu kibarlığın kabul edilebilir bir
şekliydi. “Hasta olmanı istemedim.”
“O kadar da narin değilim.” dedi, gözlerimle buluşmaya tereddütlüymüş gibi,
yüzüm yerine göğsüme bakarak; ama ben onu kandırmaya çalışmaya başlamadan
önce ceketi giydi.
“Değil misin?” diye mırıldandım kendi kendime.
Ben okula doğru sürerken yola baktı. Sessizliğe sadece birkaç saniye
dayanabilirdim. Bu sabah düşüncelerinin ne olduğunu bilmek zorundaydım. Güneş
son doğduğundan beri çok şey değişmişti.
“Ne, bugün bir sürü soru yok mu?” diye sordum konuyu tekrar hafif tutarak.
Konuyu değiştirmeme memnun görünerek gülümsedi. “Sorularım seni
rahatsız mı ediyor?”
“Tepkilerin kadar değil.” dedim ona dürüstçe, gülümsemesine karşılık olarak
gülümseyerek.
Dudaklarının kenarları aşağı doğru indi. “Kötü tepkiler mi veriyorum?”
“Hayır, problem de bu. Her şeyi çok sakin karşılıyorsun – bu doğal değil.”
Nasıl olabilirdi? “Gerçekte ne düşündüğünü merak etmeme yol açıyor.”
“Ne düşündüğümü sana her zaman söylüyorum.”
“Değiştiriyorsun.”
Dişlerini yine dudağına bastırdı. Bunu yaptığını fark ediyormuş gibi
görünmüyordu – gerilime karşı bilinçsiz bir tepkiydi. “Pek değil.”
Sadece bu kelimeler merakımı köpürtmeye yeterliydi. Benden ne saklıyordu?
“Beni delirtmeye yetecek kadar.” dedim.
Tereddüt etti ve sonra fısıldadı. “Duymak istemiyorsun.”
Bir an düşünmem, bağlantıyı yakalamadan önce dünkü bütün konuşmayı
kelime kelime aklımdan geçirmem gerekti. Çok fazla odaklanma gerektirdi, çünkü
bana söylemesini istemeyeceğim hiçbir şey hayal edemiyordum... Ve sonra – sesinin
tonu dün gecekiyle aynı olduğu için; yine aniden acı vardı – hatırladım. Bir kere,
ondan düşüncelerini söylememesini istemiştim. Bunu asla söyleme, demiştim ona
sinirle. Onu ağlatmıştım…
Benden sakladığı bu muydu? Benimle ilgili duygularının derinliği miydi?
Benim bir canavar olmamın onun için önemli olmaması ve fikrini değiştirmesi için
çok geç olduğu mu?
Konuşamıyordum; çünkü mutluluk ve acı kelimeler için çok güçlüydü,
aralarındaki çatışma normal bir cevap verebilmem için çok vahşiydi. Kalbinin ve
akciğerlerinin düzenli ritmi dışında araba sessizdi.
“Ailenin geri kalanı nerede?” diye sordu aniden.
Derin bir nefes aldım – arabanın içindeki kokuyu ilk defa gerçek acıyla içime
çekerek; tatminle buna alıştığımı fark ettim – ve tekrar normal olabilmek için
kendimi zorladım.
“Rosalie’nin arabasını aldılar.” Söz konusu arabanın yanındaki boş yere park
ettim. Gözlerinin büyümesini izlerken gülümsememi gizledim. “Gösterişli değil mi?”
“Iı, vay. Eğer buna sahipse, niye seninle geliyor?”
Rosalie Bella’nın tepkisinden keyif alırdı… eğer onunla ilgili objektif oluyor
olsaydı, ki bu muhtemelen olmayacaktı.
“Dediğim gibi, gösterişli. Uyum sağlamaya çalışıyoruz.”
“Başaramıyorsunuz.” dedi bana ve tasasızca güldü.
Gülüşünün neşeli, tamamen dertsiz sesi, başımı şüpheyle döndürürken, boş
göğsümü ısıttı.
“Eğer göze çarpmanıza neden oluyorsa Rosalie niye bununla geldi?” dedi
merakla.
“Fark etmedin mi? Bütün kuralları çiğniyorum.”
Cevabım biraz korkutucu olmalıydı – o yüzden, tabii ki, Bella gülümsedi.
Tıpkı dün geceki gibi, kapısını açmamı beklemedi. Okulda normal davranmak
zorundaydım – bu nedenle engellemek için yeterince hızlı hareket edemedim – ama
artık kendisine nezaketle davranılmasına alışmak zorundaydı, kısa zaman içinde.
Ona cesaret edebileceğim kadar yakın yürürken yakınlığımın onu rahatsız
edip etmediğini anlamak için dikkatlice işaretler aradım. İki kere eli benimkine değdi
ve geri çekmedi. Bana dokunmak istiyormuş gibi görünüyordu… Soluk alıp verişim
hızlandı.
“Niye böyle arabalarınız var, eğer gizlilik arıyorsanız?” diye sordu yürürken.
“Bir bağımlılık,” diye itiraf ettim. “Hepimiz hızlı sürmeyi seviyoruz.”
“Belli,” diye mırıldandı ekşi bir sesle.
Bakmadığı için cevaben sırıtmamı göremedi.
I-ıh! Buna inanmıyorum! Bella bunu nasıl başardı? Anlamıyorum! Niye?
Jessica’nın iç paniği düşüncelerimi böldü. Yağmurdan korunmak için
kafeterya çatısının kenarının altında, kolunda Bella’nın montuyla bekliyordu. Gözleri inanmazlıkla büyümüştü.
Kapıya doğru aceleyle giderken ona cevap vermedim. Bu farklı bir bakış
açısıydı. Bella Alice’i tanımak ister miydi? Kız arkadaş olarak bir vampir ister miydi?
Bella’yı düşününce… bu fikir muhtemelen onu hiç rahatsız etmezdi.
Bella da onu fark etti. Jessica’nın yüz ifadesini gördüğünde yanağına açık
pembe bir renk dokundu. Jessica’nın kafasındaki düşünceler, yüzünde oldukça belirgindi.
“Selam Jessica. Hatırladığın için teşekkürler.” diye selamladı Bella onu. Monta uzandı ve Jessica hiçbir şey söylemeden onu verdi.
İyi olsunlar ya da olmasınlar, Bella’nın arkadaşlarına kibar davranmalıydım.
“Günaydın Jessica.”
VAAUF Jessica’nın gözleri daha da açıldı. Garip ve eğlendiriciydi… ve dürüst olmak
gerekirse… Bella’nın yanında olmanın beni ne kadar yumuşattığını anlamak biraz
utandırıcıydı… Artık kimse benden korkmuyor gibi görünüyordu. Eğer Emmett
bunu öğrenirse, bir sonraki yüzyıla kadar gülerdi.
“Iı… Selam.” diye mırıldandı ve gözleri anlamla Bella’nın yüzüne kaydı.
“Trigonometri’de görüşürüz.”
Döküleceksin. Hayırı cevap olarak almayacağım. Ayrıntılar. Ayrıntıları öğrenmem
gerekli! Edward CULLEN!! Hayat çok adaletsiz.
“Evet, görüşürüz.” dedi Bella.
Bütün hikaye. Daha azını kabul etmeyeceğim. Dün gece buluşmayı planlamışlar
mıydı? Çıkıyorlar mı? Ne kadar zamandır? Bunu nasıl bir sır olarak saklayabilir? Niye böyle
bir şey istesin? Sıradan bir şey olamaz – onunla cidden ilgili olmalı. Başka bir seçenek var
mı? Öğreneceğim. Bilmemeye katlanamam. Onunla ilişkiye girip girmediğini merak
ediyorum? Bayılacağım…
Jessica’nın düşünceleri aniden dağıldı ve kafasında sözsüz
fanteziler döndü. Tahminlerinden irkildim; sadece öncekiler gibi kendi yerine Bella’yı
koyduğu için değil.
Böyle olamazdı; ama yine de… yine de istiyordum.
Bunu itiraf etmemek için direndim, kendime bile. Daha kaç yanlış şekilde
Bella’yı isteyebilirdim? Hangisi onu öldürmemle sonuçlanırdı?
Kafamı salladım ve konuyu hafifleştirmeye çalıştım.
“Ona ne söyleyeceksin?” diye sordum Bella’ya.
“Hey!” dedi öfkeyle fısıldayarak. “Benim aklımı okuyamadığını sanıyordum!”
“Okuyamıyorum.” Şaşkınlıkla, kelimelerinden bir anlam çıkarmaya çalışarak
ona baktım. Ah – mutlaka aynı anda aynı şeyleri düşünüyor olmalıydık. Hmm…
Bundan oldukça hoşlanmıştım. “Ama,” dedim ona, “Onunkini okuyabiliyorum –
seni sınıfta pusuya yatmış şekilde bekliyor olacak.”
Bella inledi ve ceketi omuzlarından kaydırdı. Başta geri verdiğini anlamadım
– bunu istemeyecektim; kalmasını tercih ederdim… bir hatıra olarak – o yüzden çok
yavaş kaldım. Ceketi bana verdi ve ellerimin yardım etmek için uzandığını
görmeden kollarını kendi montuna geçirdi. Kaşlarımı çattım; ama sonra o fark
etmeden ifademi kontrol ettim.
“Ee, ona ne söyleyeceksin?” diye bastırdım.
“Biraz yardım? Ne öğrenmek istiyor?”
Gülümsedim ve başımı salladım. Ne düşündüğünü duymak istiyordum. “Bu
adil değil.”
Gözleri kısıldı. “Hayır, sen bilgini paylaşmıyorsun – asıl bu adil değil.”
Doğru – çifte standartlardan hoşlanmıyordu.
Sınıfının kapısına geldik – ondan ayrılmak zorunda kalacağım yere; Bayan
Cope’un İngilizce dersimin saatlerinde bir değişiklik için bana yardım edip
edemeyeceğini merak ettim… Odaklandım. Adil olabilirdim.
“Gizlice çıkıp çıkmadığımızı merak ediyor,” dedim yavaşça. “Ve benim
hakkımda hislerini.”
Gözleri büyüdü – şaşkınlıkla değil; ama ustaca. Benim için açıklardı,
okunabilirlerdi. Masumu oynuyordu.
“Off,” diye mırıldandı. “Ne söylemeliyim?”
“Hmm.” Her zaman benim kendisinden daha çok şey ele vermemi sağlamaya
çalışıyordu. Nasıl cevap vereceğimi düşündüm.
Saçının sis yüzünden hafifçe nemli, asi bir tutamı, omzundan sarkmış ve
gülünç kazağı tarafından saklanan köprücük kemiklerinin üzerinde kıvrılmıştı.
Gözlerimi saklanmış diğer hatlara çekiyordu…
Tenine dokunmadan, dikkatle uzandım – sabah soğuğu benim dokunuşum
olmadan da yeterliydi – ve tekrar dikkatimi dağıtmaması için, dağınık topuzuna
doğru geri attım. Mike Newton’un onun saçına dokunduğu zamanı hatırladım ve
çenem kasıldı. O zaman ondan kaçınmıştı. Tepkisi şimdi hiç benzer değildi; onun
yerine gözleri hafifçe büyümüş, teninin altına kan hücum etmiş ve kalbi aniden
düzensiz atmaya başlamıştı.
Sorusuna cevap verirken gülümsememi saklamaya çalıştım.
“Sanırım ilkine evet diyebilirsin… eğer senin için bir sakıncası yoksa–” onun
seçimi, her zaman onun seçimi, “–başka açıklamalardan daha kolay.”
“Sakıncası yok,” diye fısıldadı. Kalbi hala normal ritmini bulamamıştı.
“Ve diğer soruya gelince…” Artık gülümsememi saklayamıyordum. “Bunun
cevabını ben de dinliyor olacağım.”
Bella’nın bunu düşünmesine izin ver. Yüzünden şok geçerken kahkahamı
tuttum. Daha çok cevap için sormadan önce hızlıca döndüm. Ona istediği şeyi
vermeme konusunda zorluk çekiyordum ve onun düşüncelerini duymak istiyordum,
kendiminkileri değil.
“Öğle yemeğinde görüşürüz.” dedim omzumdan doğru geriye göz atarak,
hala arkamdan büyük gözlerle bakıp bakmadığını kontrol etmek için. Ağzı açılmıştı.
Tekrar döndüm ve güldüm.
Uzaklaşırken etrafımdaki şoka girmiş ve şüpheli düşüncelerin hayal meyal
farkındaydım – gözler Bella’nın yüzü ve benim uzaklaşan figürüm arasında gidip
geliyordu. Onlara çok az dikkat ettim. Odaklanamadım. Sınıfıma gitmek için ıslak
çimlerin üzerinde yürürken ayaklarımı kabul edilebilir bir hızda hareket ettirmeye
çalışmak yeterince zordu. Koşmak istiyordum – gerçekten koşmak, o kadar hızlı ki
kaybolacaktım, o kadar hızlı ki uçuyormuşum gibi hissedecektim. Bir parçam çoktan
uçuyordu.
Sınıfa gittiğimde ceketi giyerek hoş kokusunun etrafımda dönmesine izin
verdim. Şimdi yanacaktım – kokuya duyarsızlaşacaktım – ve sonra görmezden
gelmek daha kolay olacaktı, öğle yemeğinde tekrar onunla birlikteyken…
Öğretmenlerimin artık bana seslenmeye rahmet etmemeleri güzel bir şeydi.
Bugün, onların beni hazırlıksız ve cevapsız yakalayacağı gün olabilirdi. Zihnim bu
sabah aynı anda çok fazla yerdeydi; sadece vücudum sınıftaydı.
Tabii ki, Bella’yı izliyordum. Bu doğal gelmeye başlıyordu – nefes almak
kadar istemsiz. Morali bozuk bir Mike Newton’la konuşmasını duydum. Diyalogu
hızlıca Jessica’ya yönlendirdi ve ben o kadar genişçe sırıttım ki, sağımda oturan Rob
Sawyer görünür şekilde irkilip sırasında benden uzağa kaydı.
Of. Tüyler ürpertici.
Eh, tamamen kaybetmemiştim.
Gevşek biçimde Jessica’nın da Bella için sorularını elemesini izliyordum.
Dördüncü dersi, bu insan kızın taze dedikodu için meraklı olduğundan on kat daha
istekli ve heyecanlı halde, zorlukla bekleyebildim.
Angela Weber'i de dinliyordum.
Ona duyduğum minnettarlığı unutmamıştım – ilk olarak Bella ile ilgili her
zaman iyi şeyler düşündüğü için ve ikinci olarak dünkü yardımı için. O yüzden
sabah istediği bir şeyi duymak için bekledim. Bunun kolay olacağını tahmin
etmiştim; diğer insanlar gibi, mutlaka özellikle istediği bir şey olmalıydı. Birkaç tane
belki. İsimsiz olarak yollayacaktım ve ödeşmiş olacaktık.
Ve Angela düşünceleriyle neredeyse Bella kadar yardımcı olmayan biri
olduğunu kanıtladı. Bir ergen için garip bir şekilde hayatından memnundu.
Mutluydu. Belki de alışılmadık iyiliğinin sebebi buydu – istediği her şeye sahip olan
ve sahip olduğu her şeyi isteyen nadir insanlardandı. Eğer öğretmenlerine ve
notlarına dikkatini vermemişse, bu hafta sonu kumsala götüreceği ikiz kardeşlerini
düşünüyordu – heyecanlarını neredeyse anne gibi bir hoşnutlukla bekliyordu.
Genellikle onlara o bakıyordu; ama bu durumdan rahatsız değildi… Bu çok tatlıydı.
Ama benim için pek yardımcı değildi.
İstediği bir şey olmalıydı. Sadece bakmaya devam etmem gerekliydi; ama
sonra. Bella’nın Jessica ile olan Trigonometri dersi gelip çatmıştı.
İngilizce’ye giderken, nereye gittiğime bakmıyordum. Jessica çoktan yerine
geçmişti. Bella’ın gelişini beklerken ayaklarını sabırsızca yere vuruyordu.
Diğer taraftan, sınıftaki sırama oturduğumda, tamamen hareketsiz hale
geldim. Arada sırada kıpırdanmayı kendime hatırlatmam gerekliydi, rolümü devam
ettirmek için. Bu zordu, düşüncelerim Jessica’nınkilere odaklanmıştı. Dikkat
edeceğini, Bella’nın yüzünü benim için okumaya çalışacağını umuyordum.
Jessica’nın ayaklarını yere vuruşu, Bella içeri girdiğinde şiddetlendi.
Suratı asık görünüyor. Niye? Belki de Edward Cullen’la aralarında hiçbir şey yoktur.
Bu bir hayal kırıklığı olur. Ama… o zaman hala uygun demektir… Eğer aniden birileriyle
çıkmakla ilgilenmeye başlamışsa, yardımcı olmanın benim için bir sakıncası yok…
Bella’nın suratı asık değildi, isteksizdi. Endişelenmişti – bunların hepsini
duyacağımı biliyordu. Kendi kendime gülümsedim.
“Bana her şeyi anlat!” dedi Jessica, Bella hala montunu sırasının arkasına
yerleştirirken. İsteksizce ve ihtiyatla hareket ediyordu.
Öff, çok yavaş. Hadi çekici kısma geçelim!
“Ne öğrenmek istiyorsun?” dedi Bella vakit kazanmaya çalışarak.
“Dün gece ne oldu?”
“Bana yemek ısmarladı ve sonra eve bıraktı.”
Ve sonra? Hadi ama, bundan daha çok şey olmalı! Yalan söylüyor zaten, biliyorum.
Bunu öğreneceğim.
“Eve nasıl o kadar hızlı gelebildin?”
Bella’nın şüpheli olan Jessica’ya gözlerini devirişini izledim.
“Arabayı manyak gibi kullanıyor. Korkunçtu.”
Yüzünde küçük bir gülümseme belirdi ve ben Bay Mason’ın duyurularını
bölerek sesli şekilde güldüm. Kahkahayı öksürüğe çevirmeye çalıştım; ama kimse
kanmadı. Bay Mason bana sinirli bir bakış attı; fakat arkasındaki düşünceyi
dinlemeye uğraşmadım bile. Jessica’yı dinliyordum.
Hah. Gerçeği söylüyormuş gibi görünüyor. Niye beni bütün bunları kelime kelime
ağzından almaya zorluyor? Eğer ben olsaydım hava atıyor olurdum.
“Randevu gibi miydi – orada seninle buluşmasını mı söyledin?”
Jessica Bella’nın ifadesinden şok geçerken onu izledi ve ne kadar hakiki
gözüktüğünü görünce hayal kırıklığına uğradı.
“Hayır – onu orada gördüğümde çok şaşırdım.” dedi Bella ona.
Neler oluyor?? “Ama bugün seni okula bıraktı?” Hikayenin daha fazlası olmalı.
“Evet – o da bir sürprizdi. Dün gece bir montum olmadığını fark etmiş.”
Bu o kadar da eğlenceli değil, diye düşündü Jessica, yine hayal kırıklığına
uğrayarak.
Sorgulayışından sıkılmıştım – bilmediğim bir şey duymak istiyordum.
“O zaman, yine çıkacak mısınız?” diye sordu Jessica.
“Cumartesi günü beni Seattle’a götürmeyi teklif etti, çünkü kamyonetimin bunu
başaramayacağını düşünüyor – bu sayılır mı?”
Hmm. Şüphesiz… onunla ilgilenmek, ona dikkat etmek için, bir nevi. Onun tarafında
mutlaka bir şeyler olmalı, eğer Bella’da yoksa bile. BU nasıl olabilir ki? Bella delinin teki.
“Evet.”
“Peki o zaman,” diye bitirdi Bella. “Evet.”
“Vay… Edward Cullen.” Ondan hoşlanıyor ya da hoşlanmıyor, bu yine de büyük bir
şey.
“Biliyorum.” dedi iç çekerek Bella.
Ses tonu Jessica’yı cesaretlendirdi. Sonunda – anlıyor gibi konuşuyor!
Bekle!” dedi Jessica aniden en hayati sorusunu hatırlayarak. “Seni öptü mü?”
Lütfen evet de ve sonra her saniyeyi anlat!
“Hayır.” diye mırıldandı Bella ve sonra yüzü asılarak ellerine baktı. “Öyle değil.”
Lanet olsun. Keşke… Ha. O da bunu dilermiş gibi.
Suratımı astım. Bella bir şeye üzülmüş gibi görünüyordu; ama bu Jessica’nın
tahmin ettiği gibi hayal kırıklığı olamazdı. Bunu isteyemezdi. Öğrendiklerinden
sonra değil. Dişlerime yakın olmak istemezdi. Bildiğine göre, sivri dişlerim vardı.
Titredim.
“Belki cumartesi…” diye kışkırttı Jessica.
Bella “Gerçekten şüpheliyim.” dediğinde daha da rahatsız gözüktü.
Evet, gerçekten istiyor. Bu onun için berbat bir durum.
Jessica’nın haklı gibi görünmesinin sebebi bütün bunları onun bakış açısından
izlemem miydi?
Yarım saniyeliğine, bu fikir dikkatimi dağıtmıştı, imkansızlığı, onu öpmenin
nasıl bir şey olacağı. Benim dudaklarıma karşı onun dudakları, soğuk taşa karşı
sıcak, yumuşak ipek…
Ve sonra o ölürdü.
Ürpererek kafamı salladım ve kendimi dikkatimi vermeye zorladım.
“Ne konuştunuz?” Onunla konuştun mu yoksa şimdi yaptığın gibi ağzından her şeyi
zorla çekip almak zorunda mı kaldı?
Acıklı bir şekilde güldüm. Jessica’nın tahmini çok uzak değildi.
“Bilmiyorum Jess, pek çok şeyden. İngilizce kompozisyonundan biraz konuştuk.”
Çok az. Daha da geniş gülümsedim.
Ah, hadi AMA! “Lütfen Bella! Bana biraz detay ver.”
Bella bir an tereddüt etti.
“Peki… tamam. Bir tane var. Garsonun onunla nasıl flört etmeye çalıştığını
görmeliydin; ama o, ona hiç dikkat etmedi bile.”
Paylaşmak için ne kadar garip bir ayrıntı. Bella’nın fark etmesine şaşırmıştım.
Çok önemsiz bir şey gibi görünüyordu.
İlginç… “Bu iyi bir işaret. Güzel miydi?”
Hmm. Jessica bunun üzerine benim tahmin ettiğimden daha çok düşünmüştü.
Mutlaka bir kız işi olmalıydı.
“Çok.” dedi Bella ona. “Ve muhtemelen on dokuz ya da yirmi yaşındaydı.”
Jessica’nın dikkati bir anlığına pazartesi günü Mike’la olan anısıyla dağılmıştı
– Mike Jessica’nın güzel olduğunu bile düşünmediği bir garsona çok arkadaş canlısı
davranmıştı. Anıyı itti ve sinirini bastırarak ayrıntılarla ilgili sorusuna geri döndü.
“Daha iyi. Senden mutlaka hoşlanıyor olmalı.”
“Öyle sanıyorum.” dedi Bella yavaşça ve ben sıramın kenarındaydım,
vücudum hareketsiz ve sertti. “Ama söylemek zor. Her zaman çok gizemli.”
Düşündüğüm kadar şeffaf ve kontrol dışı olmamalıydım. Yine de…
dikkatliliğiyle… nasıl ona aşık olduğumu anlayamazdı? Konuşmamızı kafamdan
tekrar geçirdim ve kelimeleri sesli söylemediğime neredeyse şaşırdım. Bu bilgi her
sözümüzde alt metin olarak yer alıyormuş gibiydi.
Vay. Bir erkek modelin karşısında nasıl oturur da konuşabilirsin? “Nasıl oluyor da
onunla yalnız kalabilecek kadar cesur olabiliyorsun bilmiyorum.” dedi Jessica.
Bella’nın yüzünde birdenbire şok belirdi. “Niye?”
Garip bir tepki. Ne kastettiğimi düşündü? “O çok…” Doğru kelime ne? “Korkunç.
Onunla konuşurken ne söyleyeceğimi bilemiyorum.”
Bella gülümsedi. “Ben de onun etrafındayken tutarlı olma konusunda problem
yaşıyorum.”
Mutlaka Jessica’ya kendini iyi hissettirmeye çalışıyor olmalıydı. Biz
beraberken neredeyse doğal olmayacak kadar soğukkanlıydı.
“Pekala.” dedi Jessica iç çekerek. “O inanılmaz derecede göz kamaştırıcı.”
Bella’nın yüzü birdenbire soğudu. Gözlerinde bir ortada bir adaletsizlik
olduğu ve buna gücendiği zamanlarda olduğu gibi şimşekler çaktı. Jessica onun yüz
ifadesindeki değişikliği fark etmedi.
“Onunla ilgili bundan daha çok şey var.” dedi.
Ooo. Şimdi bir yere geliyoruz. “Gerçekten mi? Ne gibi?”
Bella bir süre dudağını ısırdı. “Doğru anlatamam,” dedi sonunda. “Ama
yüzünün arkasında çok daha inanılmaz.” Jessica’dan uzağa baktı, gözleri hafifçe
odağını kaybetmişti, sanki çok çok uzaktaki bir şeye bakıyormuş gibi.
Şimdi hissettiğim duygu, Carlise ve Esme bani hak ettiğimden fazla
övdüklerinde hissettiğime biraz benziyordu. Benzer; ama daha şiddetli, daha yakıcı.
Bu saçmalıklarını başka bir yerde sat – o yüzden daha iyi hiçbir şey yok. Tabii söz
konusu vücudu değilse. Bayılacağım. “Bu mümkün mü?” Jessica kıkırdadı.
Bella dönmedi. Jessica’yı görmezden gelerek uzaklara bakmaya devam etti.
Normal bir insan zevk alıyor olurdu. Belki soruları basit tutarsam. Ha ha. Bir
anaokulu çocuğuyla konuşuyormuşum gibi. “O zaman, ondan hoşlanıyor musun?”
Yine dimdik duruyordum.
Bella Jessica’ya bakmadı. “Evet.”
“Yani, ondan gerçekten hoşlanıyor musun?”
“Evet.”
Şu kızarmaya bak!
Bakıyordum.
“Ondan ne kadar hoşlanıyorsun?” diye sordu Jessica.
İngilizce sınıfı alevler içinde kalabilirdi ve ben fark etmezdim bile.
Bella’nın yüzü şimdi parlak kırmızıydı – sıcaklığı zihinsel resimden neredeyse
hissedebiliyordum.
“Çok.” diye fısıldadı. “Onun benden hoşlandığından daha çok; ama bununla ilgili
ne yapabilirim bilmiyorum.”
Kahretsin! Bay Varner ne sordu? “Iı – hangi sayı Bay Warner?”
Jessica’nın artık Bella’yı sorgulayamaması iyiydi. Bir dakikaya ihtiyacım vardı.
Bu kız ne düşünüyordu şimdi? Benden hoşlandığından daha çok? Nasıl bu sonuca
varabilmişti? Ama bununla ilgili ne yapabilirim bilmiyorum? Bu ne anlama geliyordu?
Bu sözlere mantıklı bir açıklama bulamıyordum. Neredeyse anlamsızlardı.
Açık şeyler, mantıklı şeyler onun o garip beyninde bir şekilde bükülüp geriye
gidiyordu. Benden hoşlandığından daha çok? Belki de henüz gelenekleri
reddetmemeliydim.
Dişlerimi gıcırdatarak saate öfkeyle baktım. Dakikalar bir ölümsüze nasıl bu
kadar inanılmaz derecede uzun gelebilirdi? Bakış açım neredeydi?
Bay Varner’ın bütün trigonometri dersi boyunca çenem kasılıydı. Ondan
kendi sınıfımdaki dersten daha çok şey duydum. Bella ve Jessica tekrar konuşmadı;
ama Jessica Bella’ya birkaç kere baktı ve bir kere yüzü görünmeyen bir sebeple
parlak kırmızıydı.
Öğle yemeği yeterince hızlı gelemedi.
Jessica’nın ders bittiğinde benim beklediğim cevaplardan bazılarını
alabileceğinden emin değildim; ama Bella ondan daha hızlıydı.
Zil çalar çalmaz Jessica’ya döndü.
“İngilizce’de, Mike bana senin pazartesi akşamıyla ilgili bir şey söyleyip söylemediğini
sordu.” dedi Bella, bir gülümseme dudaklarının kenarlarını yukarı kaldırırken.
Bunun ne olduğunu anladım – saldırı en iyi savunmadır.
Mike beni mi sordu? Mutluluk Jessica’nın zihnini alışıldık sahteliğinden aniden
korunmasız, yumuşak bir hale getirdi. “Şaka yapıyorsun! Ne dedin?”
“Çok eğlendiğini anlattığını söyledim – ve memnun olmuş göründü.”
“Onun tam olarak ne söylediğini ve senin tam cevabını söyle!”
Belli ki bugün Jessica’dan alacağım bu kadardı. Bella da sanki aynı şeyi
düşünüyormuş gibi gülümsüyordu. Kazanmış gibi.
Öğle yemeği ayrı bir hikaye olacaktı. Ondan cevap almakta Jessica’dan daha
başarılı olacaktım, bunu mutlaka başaracaktım.
Dördüncü derste Jessica’yı arada kontrol etmeye zorlukla dayanabildim.
Onun Mike Newton’la ilgili takıntılı düşüncelerine sabrım yoktu. Son iki haftadır
ondan yeterince çekmiştim. Canlı olduğu için şanslıydı.
Cansızca Alice ile beden dersine yürüdüm, insanlarla fiziksel aktivite yapma
zamanı geldiğinde her zaman yaptığımız gibi. Benim takım arkadaşımdı doğal
olarak. Badminton’ın ilk günüydü. Sıkıntıyla iç çektim ve raketi yavaş çekimle kuşa
vurup karşı tarafa gönderdim. Lauren Mallory diğer takımdaydı; kaçırdı. Alice
tavana bakarak raketini sopa gibi döndürüyordu.
Hepimiz bedenden nefret ederdik, özellikle Emmett. Oyunlarda şike yapmak
onun kişisel felsefesine göre bir hakaretti. Beden bugün normalden daha kötü
göründü – Emmett’in her zaman hissettiği gibi sinirliydim.
Kafam sabırsızlıktan patlamadan önce, Koç Clapp oyunları bitirdi ve bizi
erken gönderdi. Kahvaltıyı atladığı için gülünç derecede minnettardım – yeni bir
diyet denemesi – ve bunu izleyen açlığı onu kampüsü terk edip yağlı yemek yeme
konusunda acele ettirmişti. Yarın tekrar başlayacağına kendi kendine söz verdi…
Bu bana Bella’nın dersi bitmeden matematik binasına gitmek için yeterince zaman
verdi.
İyi eğlenceler, diye düşündü Alice Jasper’la buluşmaya giderken. Sadece birkaç
gün daha sabredeceğim. Sanırım Bella’ya benden selam söylemezsin, değil mi?
Sinirlenerek kafamı salladım. Bütün psişikler böyle kendini beğenmiş miydi?
Bu haftasonu güneşli olacak. Planlarını tekrar gözden geçirmek isteyebilirsin.
Ters istikamete doğru ilerlerken iç çektim. Kendini beğenmiş; ama kesinlikle
yararlı.
Kapının yanındaki duvara yaslanıp bekledim. Jessica’nın sesini tuğlaların
arasından düşünceleri gibi duyabilecek kadar yakındım.
“Bugün bizimle oturmuyorsun değil mi?” Sarhoş gibi duruyor… Bahse girerim ki
bana söylemediği tonlarca şey var.
“Sanmıyorum.” diye cevapladı Bella, garip şekilde emin olamayarak.
Ona öğle yemeğini beraber geçireceğimize dair söz vermemiş miydim? Ne
düşünüyordu?
Sınıftan beraber çıktılar ve beni gördüklerinde ikisinin de gözleri büyüdü; ama
sadece Jessica’yı duyabildim.
Hoş. Vay. Ah, evet, bana söylediğinden daha fazlası dönüyor burada. Belki bu gece
onu ararım… ya da belki onu cesaretlendirmemeliyim. Hah. Umarım onu aceleyle geçer.
Mike tatlı ama… vay.
“Görüşürüz Bella.”
Bella bana doğru yürüyüp bir adım geride durakladı, hala emin değildi.
Yanakları pembeydi.
Onu, tereddüdünün arkasında korku olmadığını anlayacak kadar iyi
tanıyordum. Belli ki, bu kendi hisleriyle benimkiler arasında hayal ettiği uçurumla
alakalıydı. Benden hoşlandığından daha çok. Gülünç!
“Merhaba,” dedim, sesim sertti.
Yüzü daha da parladı. “Selam.”
Başka bir şey söylemeye meyilli gözükmüyordu, o yüzden kafeteryaya doğru
yöneldim ve sessizce yanımda yürüdü.
Ceket işe yaramıştı – kokusu her zaman olduğu gibi darbe vurmamıştı. Sadece
zaten hissettiğim acıyı biraz şiddetlendirmişti. Yapabileceğime inandığımda bunu
daha kolay görmezden gelebiliyordum.
Bella sıradayken huzursuzdu, dalgınlıkla montunun fermuarıyla oynuyor ve
ağırlığını gerginlikle bir ayağından diğerine veriyordu. Bana sık sık bakıyordu; ama
gözlerimiz buluştuğunda utanmış gibi aşağı bakıyordu. Bu pek çok insan bize
baktığı için miydi? Belki yüksek sesli fısıltıları duyabiliyordu – dedikodu iç seslerde
olduğu kadar konuşmalarda da mevcuttu.
Ya da belki, yüz ifademden başının belada olduğunu anlamıştı.
Yemeğini almaya başlayana kadar hiçbir şey söylemedi. Ne sevdiğini
bilmiyordum – daha değil – o yüzden her şeyden birer tane aldım.
“Ne yapıyorsun?” diye tısladı alçak bir sesle. “Bunların hepsini benim için
almıyorsun değil mi?”
Kafamı salladım ve tepsiyi kasaya götürdüm. “Yarısı benim için tabii ki.”
Şüpheyle kaşını kaldırdı; ama ben yemeği öderken ve onunla geçen haftaki
kan grubu ölçümünde yaşadığı feci deneyimden önce oturduğumuz masaya
yürürken başka hiçbir şey söylemedi. Birkaç günden daha fazla zaman geçmiş gibi
geliyordu. Şimdi her şey farklıydı.
Yine karşıma oturdu. Tepsiyi ona ittim.
“Ne istersen al.”
Bir elma aldı ve yüzünde şüpheli bir bakışla elinde döndürdü.
“Merak ediyorum…”
Ne büyük sürpriz.
“Biri sana yemek yeme konusunda meydan okursa ne yaparsın?” diye devam
etti insan kulaklarının yakalayamayacağı bir sesle. Ölümsüz kulakları ayrı bir
konuydu, eğer dikkat ediyorlarsa. Muhtemelen onlara daha önce bahsetmeliydim…
“Her zaman meraklısın,” diye şikayet ettim. Ah pekala. Daha önce yapmamış
değildim. Rolün bir parçasıydı. Hoş olmayan bir parçası.
En yakın şeye uzandım ve her neyse ondan bir ısırık alırken gözlerine baktım.
Bakmadan ne olduğunu söyleyemezdim. Her insan yiyeceği gibi çamurumsu ve
iğrençti. Hıza çiğnedim ve yüzümü buruşturmamaya çalışarak yuttum. Yiyecek
kütlesi boğazımdan yavaşça ve rahatsız edici şekilde indi. Daha sonra nasıl kusmak
zorunda kalacağımı düşününce iç çektim. İğrenç.
Bella’nın yüzünde şok vardı. Etkilenmişti.
Gözlerimi devirmek istedim. Tabii ki böyle kandırmalarda iyi olacaktık.
“Biri sana çamur yemek için meydan okusa yapabilirsin, değil mi?”
Burnunu buruşturdu ve gülümsedi. “Bir kere yapmıştım… bir iddiada. O
kadar da kötü değildi.”
Güldüm. “Sanırım şaşırmadım.”
Samimi görünüyorlar değil mi? İyi beden dili. Bella’ya incelemelerimi sonra
anlatırım. Eğer ilgileniyor olsa olacağı gibi ona doğru eğiliyor. İlgili görünüyor. Muhteşem
görünüyor. Jessica iç çekti. Mmm.
Jessica’ya baktım ve gerginlikle gözlerini kaçırıp yanındaki kıza kıkırdadı.
Hmm. Mike’ta kalmak muhtemelen daha iyi. Gerçeklik, hayal dünyası değil…
“Jessica yaptığım her şeyi analiz ediyor.” diye bilgilendirdim Bella’yı. “Sana
sonra anlatacak.”
Tabağı ona doğru geri ittim – pizza olduğunu fark ettim – en iyi nasıl
başlayabileceğimi düşünerek. Önceki sinirim, sözler kafamda tekrar ederken tekrar
alevlendi: Benden hoşlandığından daha çok; ama bununla ilgili ne yapabilirim bilmiyorum.
Aynı pizza diliminden bir ısırık aldı. Ne kadar güven dolu olduğunu görmek beni
hayrete düşürdü. Tabii ki, zehirli olduğumu bilmiyordu – bu ona zarar vereceğinden
değil tabii. Yine de bana farklı davranmasını beklerdim. Başka bir şekilde. Bunu hiç
yapmadı – en azından olumsuz yönde…
Nazikçe başlayacaktım.
“Yani garson güzeldi öyle mi?”
Tekrar kaşını kaldırdı. “Gerçekten fark etmedin mi?”
Sanki herhangi bir kadın benim dikkatimi Bella’dan alabilirmiş gibi. Gülünç,
yine.
“Hayır, dikkat etmiyordum. Aklımda çok şey vardı.”
“Zavallı kız.” dedi Bella gülümseyerek.
Garsonu herhangi bir şekilde ilginç bulmamamdan memnun olmuştu. Bunu
anlayabilirdim. Mike Newton’ı Biyoloji sınıfında sakatlamayı kaç kere hayal
etmiştim?
Gerçekten insan duygularının, on yedi kısa ölümlü yılının birikiminin,
yüzyıldır içimde büyüyen ölümsüz tutkulardan daha güçlü olduğuna inanamazdı.
“Jessica’ya söylediğin bir şey…” Sesimi sıradan tutamamıştım. “Beni rahatsız
etti.”
Anında savunmaya geçti. “Hoşlanmadığın bir şey duymana şaşırmadım.
Gizlice dinleyenler hakkında ne derler bilirsin.”
“Dinleyeceğime dair seni uyarmıştım.” diye hatırlattım ona.
“Ve ben de düşündüğüm her şeyi bilmek istemeyeceğine dair seni
uyarmıştım.”
Ah, onu ağlattığım zamanı düşünüyordu. Vicdan azabı sesimi boğuklaştırdı.
“Uyardın. Tamamen haklı değilsin gerçi. Ne düşündüğünü bilmek istiyorum
– her şeyi. Sadece… bazı şeyleri düşünüyor olmamanı dilerdim.”
Daha fazla yarı-yalanlar. Onun beni önemsemesini istememem gerektiğini
biliyordum; ama istiyordum. Tabii ki istiyordum.
“Bu oldukça farklı bir şey.” diye homurdandı bana kaşlarını çatarak.
“Ama konumuz tam olarak bu değil.”
“O zaman ne?”
Bana doğru eğildi, eli boğazını hafifçe kavradı. Bu gözümü aldı – dikkatimi
dağıttı. Ne kadar yumuşak olmalıydı…
Odaklan, diye emrettim kendime.
“Gerçekten, senin bana, benim sana verdiğimden daha çok değer verdiğine mi
inanıyorsun?” diye sordum. Soru kulağıma gülünç geldi, kelimeler mücadele
veriyormuş gibi.
Gözleri büyüdü, soluk alıp verişi durdu. Sonra gözlerini kırpıştırarak uzağa
baktı. Zorlukla nefes aldı.
“Yine yapıyorsun.” diye mırıldandı.
“Neyi?”
“Beni büyülüyorsun.” diye itiraf etti gözlerime ihtiyatla bakarak.
“Ah.” Hmm. Bunu nasıl yapmayacağımdan pek emin değildim, onu
büyülemeyi istemediğimden de. Hala yapabildiğim için büyük heyecan
duyuyordum; ama bu konuşmanın ilerlemesine katkıda bulunmuyordu.
“Senin hatan değil.” İç çekti. “Elinde değil.”
“Soruma cevap verecek misin?” diye sordum.
Masaya baktı. “Evet.”
Söylediği tek şey buydu.
“Evet, cevap vereceksin ya da evet, gerçekten böyle düşünüyorsun?” diye
sordum sabırsızca.
“Evet, gerçekten böyle düşünüyorum.” dedi yukarı bakmadan. Sesinde hafif
bir hüzün vardı. Tekrar kızardı ve bilinçsizce dudağını ısırdı.
Aniden, hakikaten inandığı için bunu itiraf etmenin ona göre ne kadar zor
olduğunu anladım ve Mike ödleğinden daha iyi olmadığımı fark ettim;
kendiminkileri onaylamadan önce, onun hislerini sormuştum. Tarafımı oldukça açık
belli ettiğimi düşünmem önemli değildi. Ona ulaşamamıştım ve bu yüzden
mazeretim yoktu.
“Yanılıyorsun.” dedim. Sesimdeki şefkati mutlaka duymuş olmalıydı.
Bella bana baktı, gözleri anlaşılmazdı, hiçbir şey ele vermiyorlardı. “Bunu
bilemezsin.” diye fısıldadı.
Düşüncelerini duyamadığım için duygularını küçümsediğimi düşünüyordu;
ama gerçekte, problem onun benim hislerimi küçümsemesiydi.
“Sana böyle düşündüren ne?”
Kaşlarının arasında bir kıvrım belirerek ve dudağını ısırarak bana baktı.
Milyonuncu kere, çaresizce onu duyabilmeyi diledim.
Hangi düşünceyle boğuştuğunu söylemesi için yalvarmak üzereydim; ama
konuşmamı engellemek için bir parmağını kaldırdı.
“Düşünmeme izin ver.” dedi.
Düşüncelerini düzenlediği sürece sabırlı olabilirdim.
Ya da oluyormuş gibi davranabilirdim.
Ellerini birbirine bastırdı, narin parmaklarını birbirine geçirip ayırmaya
başladı. Konuşurken, ellerini sanki başkalarına aitlermiş gibi izliyordu.
“Pekala, açık olan sebebin dışında,” diye mırıldandı. “Bazen… Emin
olamıyorum – nasıl akıl okunacağını bilmiyorum – ama bazen başka bir şey
söylerken veda etmeye çalışıyorsun gibi geliyor.” Yukarı bakmadı.
Bunu yakalamıştı değil mi? Beni burada sadece zayıflık ve bencilliğin
tuttuğunu da anlamış mıydı?
“Akıllıca.” diye fısıldadım ve acı yüz ifadesini değiştirirken dehşetle izledim.
Tahminini yalanlamak için acele ettim. “Aslında bu tam olarak yanıldığın yer–” diye
başladım; ama açıklamasının ilk sözlerini hatırlayarak durakladım. Doğru
anladığımdan emin olmasam da beni rahatsız etti. “’Açık olan sebep’ derken ne
demek istiyorsun?”
“Eh, bana bir bak.” dedi.
Bakıyordum. Her zaman yaptığım şey ona bakmaktı. Ne demek istemişti?
“Ben tamamen sıradanım.” diye açıkladı. “Tabii, ölümün kıyısından
döndüğüm deneyimlerim ve sakarlığım dışında. Ve bir de kendine bak.” Bana doğru
elini salladı, sanki sesli söylenmeye değmeyecek kadar açık bir şeyi gösteriyormuş
gibi.
Sıradan olduğunu mu düşünüyordu? Bir şekilde ondan daha iyi olduğumu
mu düşünüyordu? Kime göre? Jessica ya da Bayan Cope gibi aptal, dar görüşlü, kör
insanlara göre mi? Nasıl oluyordu da anlamıyordu kendinin en güzel… en
mükemmel… olduğunu… Bu kelimeler bile yeterli değildi.
Ve onun hiçbir fikri yoktu.
“Kendini tam olarak göremiyorsun biliyor musun?” dedim ona. “Kötü şeyler
konusunda dermansız olduğunu itiraf ediyorum…” Neşesizce güldüm. Peşini
bırakmayan kötü kaderi komik bulmuyordum; ama sakarlığı bir nevi komikti.
Sevimli. Ona hem içinin hem de dışının güzel olduğunu söylesem bana inanır mıydı?
Muhtemelen onaylamayı daha ikna edici bulurdu. “Ama ilk gününde okuldaki
bütün erkeklerin ne düşündüğünü duymadın.”
Ah, o düşüncelerin umudu, heyecanı, istekliliği. İmkansız fantezilere dönüş
hızları. İmkansız, çünkü o, onlardan hiçbirini istememişti.
Evet dediği kişi bendim.
Gülümsemem mutlaka kendini beğenmiş olmalıydı.
Yüzü şaşkınlıkla boştu. “Buna inanmıyorum.” diye mırıldandı.
“Bana sadece bir kere güven – sen sıradan tanımlamasının tam tersisin.”
Varlığı bile tek başına bütün dünyanın yaratılışını haklı çıkarmaya yeterdi.
İltifatlara alışık değildi, bunu görebiliyordum. Alışmak zorunda kalacağı
başka bir şey de buydu. Kızardı ve konuyu değiştirdi. “Ama ben veda etmiyorum.”
“Görmüyor musun? Bu benim haklı olduğumu kanıtlıyor. En çok ben değer
veriyorum, çünkü eğer yapabilirsem…” Doğru şeyi yapabilmek için hiç yeterince
fedakar olabilecek miydim? Çaresizce kafamı salladım. Yeterli gücü bulmak
zorundaydım. O bir hayatı hak ediyordu. Alice’in onun için geldiğini gördüğü şeyi
değil. “Eğer gitmek doğru şeyse…” Ve doğru şey olmalıydı, değil mi? Umursamaz
bir melek yoktu. Bella bana ait değildi. “O zaman senin incinmemen için, güvende
olman için ben kendimi incitirim.”
Kelimeler ağzımdan çıkarken, doğru olmalarını diledim.
Bana öfkeyle baktı. Bir şekilde sözlerim onu sinirlendirmişti. “Ve benim aynı
şeyi yapmayacağımı mı düşünüyorsun?” diye sordu öfkeyle.
Çok öfkeli – çok yumuşak ve çok kırılgan. O birini nasıl incitebilirdi ki?
“Hiçbir zaman bu kararı vermek zorunda kalmayacaksın.” dedim ona, aramızdaki
büyük fark yüzünden üzülerek.
Gözlerindeki öfkenin yerini endişe alır ve kaşlarının arasındaki ufak kıvrımı
ortaya çıkarırken, bana baktı.
Eğer bu kadar iyi ve kırılgan birinin, onu beladan uzak tutacak bir koruyucu
meleği yoksa, evrenin düzeninde büyük bir sorun var demekti.
Eh, diye düşündüm kara mizahla, en azından bir koruyucu vampiri var.
Gülümsedim. Kalmak için olan bahanemi ne kadar çok seviyordum. “Tabii,
seni güvende tutmak sürekli yanında olmamı gerektiren tam zamanlı bir iş gibi
gelmeye başladı.”
O da gülümsedi. “Bugün kimse beni öldürmeye çalışmadı,” dedi kaygısızca
ve sonra gözleri tekrar anlaşılmaz hale gelmeden önce yüzü yarım saniyeliğine
şüpheli göründü.
“Henüz.” diye ekledim.
“Henüz.” dedi beni şaşırtarak. Korunmaya ihtiyacı olduğunu inkar etmesini
beklemiştim.
Nasıl yapar? Bencil budala! Bize bunu nasıl yapar? Rosalie’nin delici iç çığlıkları
konsantrasyonumu bozdu.
Kafeteryanın karşısında Emmett’in “Sakin ol Rose.” diye fısıldadığını
duydum. Kolu omzundaydı, onu yanında tutuyordu – alıkoyuyordu.
Özür dilerim Edward, diye düşündü Alice suçlu suçlu. Bella’nın çok şey bildiğini
konuşmanızdan anladı… ve eğer ona gerçeği anında söylemeseydim çok daha kötü olacaktı.
Bana güven.
Bana, eğer Rosalie’ye Bella’nın benim bir vampir olduğumu bildiğini evde, rol
yapmak zorunda kalmayacağı bir yerde söyleseydim ne olacağını gösterdiğinde
irkildim. Okul bitene kadar sakinleşmezse Aston Martin’imi şehir dışında bir yere
saklamak zorunda kalacaktım. En sevdiğim arabamın ezilmiş ve yanan görüntüsü
üzücüydü – bir ceza hak ettiğimi bilmeme rağmen.
Jasper da daha mutlu değildi.
Onlarla sonra yüzleşirdim. Bella’yla beraber olmak için çok az vaktim vardı ve
bunu harcamayacaktım. Ayrıca Alice’i duymak bana yapacak işlerim olduğunu
hatırlatmıştı.
“Sana başka bir sorum var.” dedim Rosalie’nin iç histerilerinin sesini
bastırarak.
“Sor.” diyerek gülümsedi Bella.
“Cumartesi Seattle’a gerçekten gitmen gerekli mi, yoksa bu sadece
hayranlarından kurtulmak için kullandığın bir bahane miydi?”
Yüzünü buruşturdu. “Biliyorsun, seni Tyler olayında hala affetmedim. Onunla
baloya gideceğimi düşünmesi senin suçun.”
“Ben olmadan da sana sormanın bir yolunu bulurdu – sadece yüzünü görmek
istedim.”
Dehşet içindeki yüz ifadesini hatırlayınca güldüm. Kendi karanlık hikayemle
ilgili söylediğim hiçbir şey yüzünü o hale getirmemişti. Gerçek onu korkutmamıştı.
O benimle olmak istemişti.
“Eğer sana teklif etseydim, beni reddeder miydin?”
“Muhtemelen hayır,” dedi. “ama sonra iptal ederdim – hastalık ya da bilek
burkulması numarası yapardım.”
Ne kadar garip. “Niye böyle bir şey yapardın ki?”
Anında anlamadığım için hayal kırıklığına uğramışçasına kafasını salladı.
“Sanırım beni beden dersinde hiç görmedin; ama senin anlayacağını düşünmüştüm.”
Ah. “Dümdüz bir zeminde, üzerinde takılacak bir şey bulmadan
yürüyememenden mi bahsediyorsun?”
“Belli ki.”
“Sorun olmazdı. Her şey yönetimde bitiyor.”
Saniyenin kısa bir kesitinde bir dans sırasında – şüphesiz, bu kazak yerine
daha güzel ve zarif bir şey giyeceği bir yerde – onun kollarımda olması fikriyle
kendimden geçmiştim.
Kusursuz bir netlikle, onu üzerine gelen minibüsün önünden ittiğimde
vücudunun kendiminkinin altında nasıl hissettiğini hatırladım. Bu hissi, panikten ya
da üzüntüden ya da çaresizlikten daha güçlü olarak hatırlayabiliyordum. Çok sıcak
ve çok yumuşaktı, kendi kaya şeklime kolaylıkla uymuştu…
Kendimi anıdan zorla geri çektim.
“Ama bana cevap vermedin–” dedim, benimle sakarlığı konusunda
tartışacağını tahmin ederek. “Seattle’a gitmeye kararlı mısın yoksa başka bir şey
yapmamızın bir sakıncası var mı?”
Çapraşık – o gün benden uzaklaşma şansı vermeden, seçenek sunuyordum.
Adil değildim; ama dün gece ona bir söz vermiştim… ve onu tutma fikrinden
hoşlanmıştım – neredeyse beni korkuttuğu kadar.
Cumartesi günü güneş ışıyor olacaktı. Ona gerçek beni gösterebilirdim, eğer
dehşetine ve tiksinmesine katlanabilecek kadar cesursam. Bu riski alabileceğim bir
yer biliyordum.
“Başka seçeneklere açığım,” dedi Bella. “ama isteyeceğim bir iyilik var.”
“Ne?”
“Arabayı ben kullanabilir miyim?”
“Niye?”
“Charlie’ye Seattle’a gideceğimi söylediğimde, özellikle yalnız gidip
gitmeyeceğimi sordu ve o sırada durum öyleydi. Eğer tekrar sorarsa, muhtemelen
yalan söylemem; ama yine soracağını sanmıyorum ve kamyonetimi evde bırakmak
sadece konuyu gereksiz yere açar. Ayrıca, araba sürüşün beni korkutuyor.”
Gözlerimi devirdim. “Benimle ilgili seni korkutabilecek o kadar şey varken,
sen araba sürüşümden korkuyorsun.” Hakikaten beyni ters çalışıyordu. Rahatsız bir
şekilde kafamı salladım.
Edward, diye seslendi Alice aceleyle.
Aniden, Alice’in görüşlerinden birinde parlak bir güneş ışığı dairesine
bakıyordum.
Bu iyi bildiğim, Bella’yı götürmeyi düşündüğüm yerdi – benden başka
kimsenin gitmediği küçük bir çayırlık. Yalnız kalmaya güvenebileceğim sessiz, güzel
bir yer – herhangi bir patika ya da insan yerleşkesinden yeterince uzaktı, zihnim bile
huzur bulabiliyordu.
Alice de tanıdı, çünkü beni kısa zaman önce başka bir görüşünde orada
görmüştü – Alice’in Bella’yı minibüsten kurtardığım sabah gösterdiği değişken, uzak
görüntülerden biriydi.
O bulanık görüşte, yalnız değildim; ama şimdi netti – Bella orada benimleydi.
O zaman, yeterince cesurdum. Yüzünde gökkuşakları dans ediyordu, gözleri
anlaşılmazdı ve bana bakıyordu.
Burası aynı yer, diye düşündü Alice, zihni görüntüyle eşleştiremediğim bir
dehşetle doluyken. Gerginlik belki; ama dehşet? Ne demek istemişti, aynı yer derken?
Ve sonra gördüm.
Edward! diye haykırdı Alice, tiz bir sesle. Onu seviyorum Edward!
Sesini haince kestim.
Bella’yı benim sevdiğim gibi sevmiyordu. Görüşü imkansızdı. Yanlıştı. Bir
şekilde kör olmuştu, imkansızlıkları görüyordu.
Yarım saniye bile geçmemişti. Bella yüzüme merakla ve isteğini kabul etmemi
bekleyerek bakıyordu. Yüzümden geçen korkuyu görmüş müydü, yoksa onun için
çok mu hızlıydı?
Alice’i ve kusurlu, yalancı görüşlerini iterek Bella’ya, bitmemiş konuşmamıza
odaklandım. Dikkatimi hak etmiyorlardı.
“Babana günü benimle geçirdiğini söylemek istemez misin?” diye sordum,
sesimden karanlık sızarak.
Daha uzağa göndermeye, kafamın içinde belirmelerini engellemeye çalışarak,
görüntüleri tekrar ittim.
“Charlie ile ne kadar az, o kadar iyi.” dedi Bella, bu durumdan emin olarak.
“Nereye gidiyoruz bu arada?”
Alice yanılıyordu. Tamamen yanılıyordu. Bunun ihtimali yoktu ve bu sadece
eski bir görüştü, artık geçersizdi. İşler değişmişti.
“Hava güzel olacak.” dedim yumuşakça, panik ve kararsızlıkla savaşırken.
Alice yanılıyordu. Bir şey duymamış ya da görmemiş gibi devam edecektim. “O
yüzden insanların arasında olmayacağım… ve eğer istersen sen de benimle
kalabilirsin.”
Bella hemen anladı ve gözleri istekle parladı. “Ve bana güneşle ilgili
kastettiğin şeyi mi göstereceksin?”
Belki, daha önce pek çok kere olduğu gibi, tepkisi beklediğimin tersi olurdu.
İhtimale gülümsedim ve ana geri dönmek için çabaladım. “Evet; ama…” Evet
dememişti. “Eğer benimle… yalnız kalmak istemezsen, yine de Seattle’a tek başına
gitmemeni tercih ederim. O kadar büyük bir şehirde başına alabileceğin belayı
düşününce ürperiyorum.”
Dudaklarını birbirine bastırdı; alınmıştı.
“Phoenix Seattle’dan üç kat daha büyük –sadece nüfus olarak. Fiziksel
büyüklükte-“
“Ama belli ki Phoenix’teyken başına bu kötü şans dadanmamıştı, dedim
savunmasını keserek. “O yüzden benimle kalmanı tercih ederim.”
Sonsuza kadar kalabilirdi; ama yeterince uzun olmazdı.
Böyle düşünmemeliydim. Sonsuza kadar vaktimiz yoktu. Geçen saniyeler
öncekinden çok daha fazla sayılıyordu; ben olduğum gibi kalırken, her saniye onu
değiştiriyordu.
“Seninle yalnız kalmanın benim için bir sakıncası yok.” dedi.
Hayır – çünkü içgüdüleri tersti.
“Biliyorum.” dedim iç çekerek. “Charlie’ye söylemelisin ama.”
“Niye böyle bir şey yapayım?” diye sordu dehşete düşmüş görünerek.
Ona baktım, tamamen bastırmayı başaramadığım görüntüler kafamın içinde
hastalıklı şekilde dönüyordu.
“Bana, seni geri getirmeme teşvik edici bir sebep vermek için.” diye tısladım.
Bana bu kadarını verebilirdi – beni dikkatli olmaya zorlayacak bir tanık.
Alice niye bu bilgiyi bana şimdi vermişti?
Bella sesli bir şekilde yutkundu ve uzun bir süre bana baktı. Ne görmüştü?
“Sanırım şansımı deneyeceğim.” dedi.
Öff! Hayatını riske atmaktan bir heyecan mı duyuyordu? Adrenaline bayılıyor
muydu?
Uyaran bakışlarla bana bakan Alice’e kaşlarımı çattım. Onun yanında, Rosalie
öfkeyle bakıyordu; ama çok da umurumda değildi. Arabayı mahvetsin, ne olacak?
Sadece bir oyuncaktı.
“Başka bir şey hakkında konuşalım.” diye önerdi Bella aniden.
Asıl önemli olana nasıl bu kadar kayıtsız olabileceğini merak ederek Bella’ya
baktım. Niye beni olduğum canavar olarak görmüyordu?
“Ne hakkında konuşmak istiyorsun?”
Gözleri kulak misafiri olabilecek biri olup olmadığını kontrol eder gibi önce
sağa, sonra sola kaydı. Mutlaka efsanelerle alakalı başka bir konu açacak olmalıydı.
Gözleri bir saniyeliğine dondu, vücudu dikeldi ve sonra tekrar bana baktı.
“Geçen hafta niye Keçi Kayalıkları’na gittiniz… avlanmak için? Charlie
yürümek için iyi bir yer olmadığını söyledi, ayılar yüzünden.”
Çok unutkan. Kaşımı kaldırarak ona baktım.
“Ayılar?” dedi soluğu kesilerek.
Yerleşmesini beklerken alayla güldüm. Bu beni ciddiye almasını sağlar mıydı?
Herhangi bir şey bunu sağlar mıydı?
İfadesini toparladı. “Biliyorsun, ayı avlama sezonunda değiliz.” dedi gözlerini
kısarak.
“Eğer dikkatle okursan, yasalar sadece silahlarla avlamayı yasaklıyor.”
Yüzündeki kontrolünü bir anlığına tekrar kaybetti. Dudakları açıldı.
“Ayılar?” dedi tekrar, bu sefer şok yerine tereddütle.
“Boz ayı Emmett’ın en sevdiği.”
Yerleşmesini izleyerek gözlerine baktım.
“Hmm” diye mırıldandı. Aşağı bakarak pizzadan bir ısırık daha aldı.
Düşünceli bir şekilde çiğnedi, sonra içeceğinden bir yudum aldı.
“O zaman,” dedi sonunda bana bakarak. “Senin en sevdiğin ne?”
Sanırım böyle bir şey beklemeliydim; ama beklemiyordum. Bella her zaman
ilginçti.
“Dağ aslanı.” dedim düşünmeden.
“Ah.” dedi sıradan bir tonla. Kalbi, sanki en sevdiğim restoranı söylemişim
gibi düzenli olarak atmaya devam etti.
İyi o zaman. Eğer alışılmadık bir şey yokmuş gibi davranmak istiyorsa…
“Tabii ki, mantıksızca avlanarak doğaya zarar vermemek için dikkatli olmak
zorundayız. Yırtıcı hayvanların fazla olduğu yerlere odaklanmaya çalışıyoruz.
Burada her zaman geyik var; ama eğlencesi nerede?”
Sanki ders veren bir öğretmenmişim gibi kibarca ilgili bir ifadeyle dinledi.
Gülmek zorunda kaldım.
“Gerçekten.” diye mırıldandı sakince, pizzadan başka bir ısırık alarak.
“Bahar başlangıcı Emmett’ın favori ayı sezonu.” dedim derse devam ederek.
“Kış uykusundan yeni çıkmış oluyorlar, o yüzden daha asabiler.”
Yetmiş yıl geçmişti ve hala ilk maçı kaybetmeyi atlatamamıştı.
“Asabi bir boz ayıdan daha eğlenceli bir şey olamaz.” diye katıldı Bella ciddi
bir şekilde.
Mantıksız sakinliğine kafamı sallarken kendimi gülmekten alıkoyamadım.
Abartı olmalıydı. “Şimdi gerçekten ne düşündüğünü söyle lütfen.”
“Resmetmeye çalışıyorum – ama yapamıyorum.” dedi, kaşlarının arasında bir
kıvrım belirerek. “Bir ayıyı silahsız nasıl avlayabiliyorsunuz?”
“Ah, silahlarımız var.” dedim ona ve genişçe gülümsedim. Ürkmesini
beklemiştim; ama beni hareketsizce izlemeye devam etti. “Sadece, yasaları
hazırlarken düşünmedikleri çeşitten. Eğer televizyonda bir ayının saldırısını
gördüysen, Emmett’i avlanırken hayal edebilirsin.”
Diğerlerinin oturduğu masaya baktı ve titredi.
Sonunda. Ancak sonra kendime gülmek zorunda kaldım, çünkü bir yanımın
kayıtsız kalmasını dilediğini biliyordum.
Şimdi bana bakarken koyu renk gözleri büyük ve derindi. “Sen de mi bir ayı
gibisin?” diye sordu neredeyse fısıldayarak.
“Daha çok aslan, öyle söylüyorlar.” dedim ona, sesimin normal çıkması için
çabalayarak. “Belki de tercihlerimiz belirliyordur.”
Dudakları köşelerinden yukarı doğru hafifçe kıvrıldı. “Belki de.” diye
tekrarladı ve sonra başını yana doğru eğdi, merak gözlerinde açıktı. “Bu ileride
görebileceğim bir şey mi?”
Dehşeti görmek için Alice’in görüntülerine ihtiyacım yoktu – hayal gücüm
yeterliydi.
“Kesinlikle hayır.” dedim öfkeyle.
Benden geri çekildi, gözleri sersemlemiş ve korkmuştu.
Ben de aramıza mesafe koymak isteyerek geri çekildim. Hiçbir zaman
görmeyecekti değil mi? Onu hayatta tutmama yardım edecek hiçbir şey
yapmayacaktı.
“Benim için çok mu korkutucu?” diye sordu, sesi düzdü; ama kalbi hala iki
kat hızla atıyordu.
“Eğer durum bu olsaydı seni bu gece götürürdüm.” dedim dişlerimin
arasından. “Sağlıklı bir doz korkuya ihtiyacın var. Senin için daha iyi bir şey
olamaz.”
“O zaman niye?” diye sordu azimle.
Korkmasını bekleyerek ona öfkeyle baktım. Ben korkmuştum. Bella’nın
yakınındayken avlanırsam olacakları çok net resmedebiliyordum.
Gözleri merakla bakmaya devam etti, sabırsızdı; ama başka bir şey yoktu.
Cevabımı bekledi, vazgeçmedi.
Ama saatimiz bitmişti.
“Sonra,” dedim de ayağa kalktım. “Geç kalacağız.”
Şaşkınlıkla etrafına baktı, sanki öğle yemeğinde olduğumuzu unutmuş gibi.
Sanki okulda olduğumuzu bile unutmuş gibi – özel bir yerde yalnız olmadığımıza
şaşırmış gibi. Bu duyguyu tamamen anlıyordum. Onunlayken dünyanın kalanını
hatırlamak zordu.
Hızla kalktı ve çantasını omzuna attı.
“Sonra o zaman.” dedi ve ağzının şeklinde kararlılığı görebildim, bunu
unutmayacaktı.
CNN haberi ilk olarak verdi.
Okula gitmeden haberlere rastladığıma memnundum, insanların bu durumu
nasıl anlatacağını ve ne kadar dikkat çekeceğini duymak için endişeyle beklemiştim.
Şansıma, bugün fazla haber vardı. Güney Amerika’da bir deprem olmuştu ve Orta
Doğu’da politik bir kaçırma olayı vardı. Böylece olay, sadece birkaç cümle ve bir tane
kalitesiz resimle, birkaç saniyede anlatıldı.
“Alonzo Calderas Wallace, Teksas ve Oklahoma’da aranan seri tecavüzcü ve
katil, isimsiz bir ihbar üzerine dün gece Portland, Oregon’da yakalandı. Wallace bu
sabah erken saatlerde, polis istasyonuna sadece birkaç yarda ötede bilinçsiz halde
bulundu. Yetkililer mahkemeye çıkarılmak için Houston’a mı, yoksa Ohlahoma’ya
mı iade edileceği konusunda henüz kesin bir şey söylemediler.”
Resim net değildi ve çekildiği sırada uzun bir sakalı vardı. Bella görse bile,
muhtemelen onu tanımazdı. Görmemesini umdum; bu onu gereksiz yere
korkuturdu.
“Kasabadaki yorumu hafif olacak. Yerel ilgiyi çekmek için çok uzakta.” dedi
Alice bana. “Carlisle’ın onu eyalet dışına götürmesi iyi olmuş.”
Başımı salladım. Bella pek televizyon izlemezdi ve babasını da spor kanalı
dışında bir şey izlerken hiç görmemiştim.
Yapabileceğimi yapmıştım. Bu canavar artık avlanmıyordu ve ben de bir katil
değildim. Son zamanlarda en azından. Carlisle’a güvenmekle doğru yapmıştım, her
ne kadar bu canavarın böyle kolay kurtulamamış olmasını dilesem de. Kendimi
Teksas’a iade edilmesini dilerken buldum, orada idam cezası bayağı çok
veriliyordu…
Hayır. Önemli değildi. Bunu arkamda bırakacak ve en önemli olana
odaklanacaktım.
Bella’nın odasından ayrılalı yarım saat olmamıştı. Şimdiden onu tekrar
görebilmek için yanıp tutuşuyordum.
“Alice, bir sakıncası–”
Sözümü kesti. “Rosalie kullanır. Sinirli görünecek; ama biliyorsun ki
arabasıyla hava atmaya bayılır.” Bir kahkaha attı.
Sırıttım. “Okulda görüşürüz.”
İç çekti ve sırıtmam silindi, yüzümü buruşturdum.
Biliyorum, biliyorum, diye düşündü. Daha değil. Sen Bella’nın beni tanımasına
hazır olana kadar bekleyeceğim. Bilmelisin gerçi, bencil olan sadece ben değilim. Bella da beni
sevecek.
Kendi kendime surat astım. Bella’nın istediği ile, Bella için iyi olan şeyler
tamamen farklıydı.
Arabamı evinin önüne park ettiğimde huzursuzluk hissetmeye başladım.
İnsan atasözleri işlerin göze sabahları daha farklı göründüğünü söylerdi –
uyuduktan sonra değiştiğini. Bella’ya sisli bir günün zayıf ışığında farklı görünür
müydüm? Gecenin siyahlığında olduğumdan daha kötü mü yoksa daha iyi mi?
Gerçek uyurken mi kafasına yerleşmişti? Sonunda korkar mıydı?
Dün gece rüyaları huzurluydu gerçi. Tekrar tekrar adımı söylediğinde
gülümsemişti. Birden çok, mırıldanarak kalmam için yalvarmıştı. Bunlar bugün
hiçbir şey ifade etmez miydi?
Gerginlikle, evinin içindeki sesleri dinleyerek bekledim – merdivenlerdeki
hızlı, sendeleyen adımları, bir folyonun sert yırtılışını, kapısı sertçe kapatıldığında
buzdolabının içindekilerin birbirine çarpışını. Acele ediyormuş gibiydi. Okula
gitmek için heyecanlı mıydı? Bu düşünce beni tekrar gülümsetti, umutlandırdı.
Saate baktım. Sanırım – kamyonetinin hız sınırını göze alırsak – biraz geç
kalıyordu.
Bella çantası omzundan kayarak, saçları karışık, şimdiden dağılmaya başlamış
halde toplanmış olarak aceleyle evden çıktı. Giydiği kalın, yeşil kazak soğuk siste
omuzlarının çökmesini engellemeye yeterli değildi.
Uzun kazak onun için çok büyüktü. İnce vücut yapısını maskelemiş, bütün
narin kıvrımları ve yumuşak çizgileri şekilsiz bir hale getirmişti. Buna, neredeyse
dün giydiği mavi bluza benzer bir şey giymesini dilediğim kadar, minnettar da
kalmıştım… kumaş dün tenine çok çekici şekilde sarılmıştı, köprücük kemiklerinin
boğazının altındaki boşluktaki kıvrımının büyüleyiciliğini meydana çıkaracak kadar
alçak kesimliydi. Mavi renk, narin vücudunun üzerinde su gibi süzülüyordu…
Düşüncelerimi o şekilden çok çok uzakta tutmam daha iyiydi – zorunluydu –
o yüzden giydiği, üzerine yakışmayan kazağa minnettardım. Hata yapmayı göze
alamazdım ve dudakları… teni… vücudu… ile ilgili düşüncelerin yol açtığı garip
açlıkların üzerinde durmak devasa bir hata olurdu. Yüz yıldır benden kaçan
açlıkların… ama kendime onu dokunmayı düşünmek için izin veremezdim, çünkü
bu imkansızdı.
Onu incitirdim.
Bella kapıya arkasını dönüp öyle aceleyle koştu ki, neredeyse arabamın
yanından fark etmeden geçecekti.
Sonra aniden durdu, çantası kolundan daha aşağı kaydı ve gözleri arabaya
odaklanırken kocaman açıldı.
İnsan hızında hareket etmeye hiç uğraşmadan dışarı çıktım ve kapıyı onun
için açtım. Artık onu kandırmaya çalışmayacaktım – en azından yalnızken, kendim
olacaktım.
Sisin içinde birdenbire belirmeme şaşırarak tekrar bana baktı, sonra
gözlerindeki şaşkınlık başka bir şeye dönüştü ve ben artık dün geceki düşüncelerinin
değiştiğinden korkmuyordum – ya da değiştiğini ümit etmiyordum. Sıcaklık, merak,
büyülenme, hepsi gözlerinin erimiş çikolatasında yüzüyordu.
“Bugün okula benimle gitmek ister misin?” diye sordum. Dün geceki yemeğin
aksine, seçmesine izin verecektim. Bundan sonra, her şey onun seçimi olmalıydı.
“Evet, teşekkürler.” diye mırıldandı arabaya tereddütle girerek.
Evet dediği kişi olmanın bana verdiği heyecan hiç azalacak mıydı? Bundan
şüpheliydim.
Ona katılma isteğiyle, hızla arabanın etrafından dolandım. Ani belirişime
şaşırdığına dair hiçbir işaret göstermedi.
Yanımda oturduğunda hissettiğim mutluluğun eşi yoktu. Ailemin sevgisi ve
arkadaşlığından ne kadar keyif alsam da, dünyanın sunduğu çeşitli davetlere ve
rahatsızlıklara rağmen, hiç bunun kadar mutlu olmamıştım. Bunun yanlış olduğunu
ve muhtemelen iyi sonlanmayacağını bilmeme rağmen yüzümden gülümsememi
uzun süre uzak tutamıyordum.
Ceketim koltuğunun baş kısmında duruyordu. Ona baktığını gördüm.
“Ceketi senin için getirdim.” dedim ona. Davetsizce ortaya çıkmamın bahanesi
buydu. Hava soğuktu. Montu yoktu. Şüphesiz, bu kibarlığın kabul edilebilir bir
şekliydi. “Hasta olmanı istemedim.”
“O kadar da narin değilim.” dedi, gözlerimle buluşmaya tereddütlüymüş gibi,
yüzüm yerine göğsüme bakarak; ama ben onu kandırmaya çalışmaya başlamadan
önce ceketi giydi.
“Değil misin?” diye mırıldandım kendi kendime.
Ben okula doğru sürerken yola baktı. Sessizliğe sadece birkaç saniye
dayanabilirdim. Bu sabah düşüncelerinin ne olduğunu bilmek zorundaydım. Güneş
son doğduğundan beri çok şey değişmişti.
“Ne, bugün bir sürü soru yok mu?” diye sordum konuyu tekrar hafif tutarak.
Konuyu değiştirmeme memnun görünerek gülümsedi. “Sorularım seni
rahatsız mı ediyor?”
“Tepkilerin kadar değil.” dedim ona dürüstçe, gülümsemesine karşılık olarak
gülümseyerek.
Dudaklarının kenarları aşağı doğru indi. “Kötü tepkiler mi veriyorum?”
“Hayır, problem de bu. Her şeyi çok sakin karşılıyorsun – bu doğal değil.”
Nasıl olabilirdi? “Gerçekte ne düşündüğünü merak etmeme yol açıyor.”
“Ne düşündüğümü sana her zaman söylüyorum.”
“Değiştiriyorsun.”
Dişlerini yine dudağına bastırdı. Bunu yaptığını fark ediyormuş gibi
görünmüyordu – gerilime karşı bilinçsiz bir tepkiydi. “Pek değil.”
Sadece bu kelimeler merakımı köpürtmeye yeterliydi. Benden ne saklıyordu?
“Beni delirtmeye yetecek kadar.” dedim.
Tereddüt etti ve sonra fısıldadı. “Duymak istemiyorsun.”
Bir an düşünmem, bağlantıyı yakalamadan önce dünkü bütün konuşmayı
kelime kelime aklımdan geçirmem gerekti. Çok fazla odaklanma gerektirdi, çünkü
bana söylemesini istemeyeceğim hiçbir şey hayal edemiyordum... Ve sonra – sesinin
tonu dün gecekiyle aynı olduğu için; yine aniden acı vardı – hatırladım. Bir kere,
ondan düşüncelerini söylememesini istemiştim. Bunu asla söyleme, demiştim ona
sinirle. Onu ağlatmıştım…
Benden sakladığı bu muydu? Benimle ilgili duygularının derinliği miydi?
Benim bir canavar olmamın onun için önemli olmaması ve fikrini değiştirmesi için
çok geç olduğu mu?
Konuşamıyordum; çünkü mutluluk ve acı kelimeler için çok güçlüydü,
aralarındaki çatışma normal bir cevap verebilmem için çok vahşiydi. Kalbinin ve
akciğerlerinin düzenli ritmi dışında araba sessizdi.
“Ailenin geri kalanı nerede?” diye sordu aniden.
Derin bir nefes aldım – arabanın içindeki kokuyu ilk defa gerçek acıyla içime
çekerek; tatminle buna alıştığımı fark ettim – ve tekrar normal olabilmek için
kendimi zorladım.
“Rosalie’nin arabasını aldılar.” Söz konusu arabanın yanındaki boş yere park
ettim. Gözlerinin büyümesini izlerken gülümsememi gizledim. “Gösterişli değil mi?”
“Iı, vay. Eğer buna sahipse, niye seninle geliyor?”
Rosalie Bella’nın tepkisinden keyif alırdı… eğer onunla ilgili objektif oluyor
olsaydı, ki bu muhtemelen olmayacaktı.
“Dediğim gibi, gösterişli. Uyum sağlamaya çalışıyoruz.”
“Başaramıyorsunuz.” dedi bana ve tasasızca güldü.
Gülüşünün neşeli, tamamen dertsiz sesi, başımı şüpheyle döndürürken, boş
göğsümü ısıttı.
“Eğer göze çarpmanıza neden oluyorsa Rosalie niye bununla geldi?” dedi
merakla.
“Fark etmedin mi? Bütün kuralları çiğniyorum.”
Cevabım biraz korkutucu olmalıydı – o yüzden, tabii ki, Bella gülümsedi.
Tıpkı dün geceki gibi, kapısını açmamı beklemedi. Okulda normal davranmak
zorundaydım – bu nedenle engellemek için yeterince hızlı hareket edemedim – ama
artık kendisine nezaketle davranılmasına alışmak zorundaydı, kısa zaman içinde.
Ona cesaret edebileceğim kadar yakın yürürken yakınlığımın onu rahatsız
edip etmediğini anlamak için dikkatlice işaretler aradım. İki kere eli benimkine değdi
ve geri çekmedi. Bana dokunmak istiyormuş gibi görünüyordu… Soluk alıp verişim
hızlandı.
“Niye böyle arabalarınız var, eğer gizlilik arıyorsanız?” diye sordu yürürken.
“Bir bağımlılık,” diye itiraf ettim. “Hepimiz hızlı sürmeyi seviyoruz.”
“Belli,” diye mırıldandı ekşi bir sesle.
Bakmadığı için cevaben sırıtmamı göremedi.
I-ıh! Buna inanmıyorum! Bella bunu nasıl başardı? Anlamıyorum! Niye?
Jessica’nın iç paniği düşüncelerimi böldü. Yağmurdan korunmak için
kafeterya çatısının kenarının altında, kolunda Bella’nın montuyla bekliyordu. Gözleri inanmazlıkla büyümüştü.
Kapıya doğru aceleyle giderken ona cevap vermedim. Bu farklı bir bakış
açısıydı. Bella Alice’i tanımak ister miydi? Kız arkadaş olarak bir vampir ister miydi?
Bella’yı düşününce… bu fikir muhtemelen onu hiç rahatsız etmezdi.
Bella da onu fark etti. Jessica’nın yüz ifadesini gördüğünde yanağına açık
pembe bir renk dokundu. Jessica’nın kafasındaki düşünceler, yüzünde oldukça belirgindi.
“Selam Jessica. Hatırladığın için teşekkürler.” diye selamladı Bella onu. Monta uzandı ve Jessica hiçbir şey söylemeden onu verdi.
İyi olsunlar ya da olmasınlar, Bella’nın arkadaşlarına kibar davranmalıydım.
“Günaydın Jessica.”
VAAUF Jessica’nın gözleri daha da açıldı. Garip ve eğlendiriciydi… ve dürüst olmak
gerekirse… Bella’nın yanında olmanın beni ne kadar yumuşattığını anlamak biraz
utandırıcıydı… Artık kimse benden korkmuyor gibi görünüyordu. Eğer Emmett
bunu öğrenirse, bir sonraki yüzyıla kadar gülerdi.
“Iı… Selam.” diye mırıldandı ve gözleri anlamla Bella’nın yüzüne kaydı.
“Trigonometri’de görüşürüz.”
Döküleceksin. Hayırı cevap olarak almayacağım. Ayrıntılar. Ayrıntıları öğrenmem
gerekli! Edward CULLEN!! Hayat çok adaletsiz.
“Evet, görüşürüz.” dedi Bella.
Bütün hikaye. Daha azını kabul etmeyeceğim. Dün gece buluşmayı planlamışlar
mıydı? Çıkıyorlar mı? Ne kadar zamandır? Bunu nasıl bir sır olarak saklayabilir? Niye böyle
bir şey istesin? Sıradan bir şey olamaz – onunla cidden ilgili olmalı. Başka bir seçenek var
mı? Öğreneceğim. Bilmemeye katlanamam. Onunla ilişkiye girip girmediğini merak
ediyorum? Bayılacağım…
Jessica’nın düşünceleri aniden dağıldı ve kafasında sözsüz
fanteziler döndü. Tahminlerinden irkildim; sadece öncekiler gibi kendi yerine Bella’yı
koyduğu için değil.
Böyle olamazdı; ama yine de… yine de istiyordum.
Bunu itiraf etmemek için direndim, kendime bile. Daha kaç yanlış şekilde
Bella’yı isteyebilirdim? Hangisi onu öldürmemle sonuçlanırdı?
Kafamı salladım ve konuyu hafifleştirmeye çalıştım.
“Ona ne söyleyeceksin?” diye sordum Bella’ya.
“Hey!” dedi öfkeyle fısıldayarak. “Benim aklımı okuyamadığını sanıyordum!”
“Okuyamıyorum.” Şaşkınlıkla, kelimelerinden bir anlam çıkarmaya çalışarak
ona baktım. Ah – mutlaka aynı anda aynı şeyleri düşünüyor olmalıydık. Hmm…
Bundan oldukça hoşlanmıştım. “Ama,” dedim ona, “Onunkini okuyabiliyorum –
seni sınıfta pusuya yatmış şekilde bekliyor olacak.”
Bella inledi ve ceketi omuzlarından kaydırdı. Başta geri verdiğini anlamadım
– bunu istemeyecektim; kalmasını tercih ederdim… bir hatıra olarak – o yüzden çok
yavaş kaldım. Ceketi bana verdi ve ellerimin yardım etmek için uzandığını
görmeden kollarını kendi montuna geçirdi. Kaşlarımı çattım; ama sonra o fark
etmeden ifademi kontrol ettim.
“Ee, ona ne söyleyeceksin?” diye bastırdım.
“Biraz yardım? Ne öğrenmek istiyor?”
Gülümsedim ve başımı salladım. Ne düşündüğünü duymak istiyordum. “Bu
adil değil.”
Gözleri kısıldı. “Hayır, sen bilgini paylaşmıyorsun – asıl bu adil değil.”
Doğru – çifte standartlardan hoşlanmıyordu.
Sınıfının kapısına geldik – ondan ayrılmak zorunda kalacağım yere; Bayan
Cope’un İngilizce dersimin saatlerinde bir değişiklik için bana yardım edip
edemeyeceğini merak ettim… Odaklandım. Adil olabilirdim.
“Gizlice çıkıp çıkmadığımızı merak ediyor,” dedim yavaşça. “Ve benim
hakkımda hislerini.”
Gözleri büyüdü – şaşkınlıkla değil; ama ustaca. Benim için açıklardı,
okunabilirlerdi. Masumu oynuyordu.
“Off,” diye mırıldandı. “Ne söylemeliyim?”
“Hmm.” Her zaman benim kendisinden daha çok şey ele vermemi sağlamaya
çalışıyordu. Nasıl cevap vereceğimi düşündüm.
Saçının sis yüzünden hafifçe nemli, asi bir tutamı, omzundan sarkmış ve
gülünç kazağı tarafından saklanan köprücük kemiklerinin üzerinde kıvrılmıştı.
Gözlerimi saklanmış diğer hatlara çekiyordu…
Tenine dokunmadan, dikkatle uzandım – sabah soğuğu benim dokunuşum
olmadan da yeterliydi – ve tekrar dikkatimi dağıtmaması için, dağınık topuzuna
doğru geri attım. Mike Newton’un onun saçına dokunduğu zamanı hatırladım ve
çenem kasıldı. O zaman ondan kaçınmıştı. Tepkisi şimdi hiç benzer değildi; onun
yerine gözleri hafifçe büyümüş, teninin altına kan hücum etmiş ve kalbi aniden
düzensiz atmaya başlamıştı.
Sorusuna cevap verirken gülümsememi saklamaya çalıştım.
“Sanırım ilkine evet diyebilirsin… eğer senin için bir sakıncası yoksa–” onun
seçimi, her zaman onun seçimi, “–başka açıklamalardan daha kolay.”
“Sakıncası yok,” diye fısıldadı. Kalbi hala normal ritmini bulamamıştı.
“Ve diğer soruya gelince…” Artık gülümsememi saklayamıyordum. “Bunun
cevabını ben de dinliyor olacağım.”
Bella’nın bunu düşünmesine izin ver. Yüzünden şok geçerken kahkahamı
tuttum. Daha çok cevap için sormadan önce hızlıca döndüm. Ona istediği şeyi
vermeme konusunda zorluk çekiyordum ve onun düşüncelerini duymak istiyordum,
kendiminkileri değil.
“Öğle yemeğinde görüşürüz.” dedim omzumdan doğru geriye göz atarak,
hala arkamdan büyük gözlerle bakıp bakmadığını kontrol etmek için. Ağzı açılmıştı.
Tekrar döndüm ve güldüm.
Uzaklaşırken etrafımdaki şoka girmiş ve şüpheli düşüncelerin hayal meyal
farkındaydım – gözler Bella’nın yüzü ve benim uzaklaşan figürüm arasında gidip
geliyordu. Onlara çok az dikkat ettim. Odaklanamadım. Sınıfıma gitmek için ıslak
çimlerin üzerinde yürürken ayaklarımı kabul edilebilir bir hızda hareket ettirmeye
çalışmak yeterince zordu. Koşmak istiyordum – gerçekten koşmak, o kadar hızlı ki
kaybolacaktım, o kadar hızlı ki uçuyormuşum gibi hissedecektim. Bir parçam çoktan
uçuyordu.
Sınıfa gittiğimde ceketi giyerek hoş kokusunun etrafımda dönmesine izin
verdim. Şimdi yanacaktım – kokuya duyarsızlaşacaktım – ve sonra görmezden
gelmek daha kolay olacaktı, öğle yemeğinde tekrar onunla birlikteyken…
Öğretmenlerimin artık bana seslenmeye rahmet etmemeleri güzel bir şeydi.
Bugün, onların beni hazırlıksız ve cevapsız yakalayacağı gün olabilirdi. Zihnim bu
sabah aynı anda çok fazla yerdeydi; sadece vücudum sınıftaydı.
Tabii ki, Bella’yı izliyordum. Bu doğal gelmeye başlıyordu – nefes almak
kadar istemsiz. Morali bozuk bir Mike Newton’la konuşmasını duydum. Diyalogu
hızlıca Jessica’ya yönlendirdi ve ben o kadar genişçe sırıttım ki, sağımda oturan Rob
Sawyer görünür şekilde irkilip sırasında benden uzağa kaydı.
Of. Tüyler ürpertici.
Eh, tamamen kaybetmemiştim.
Gevşek biçimde Jessica’nın da Bella için sorularını elemesini izliyordum.
Dördüncü dersi, bu insan kızın taze dedikodu için meraklı olduğundan on kat daha
istekli ve heyecanlı halde, zorlukla bekleyebildim.
Angela Weber'i de dinliyordum.
Ona duyduğum minnettarlığı unutmamıştım – ilk olarak Bella ile ilgili her
zaman iyi şeyler düşündüğü için ve ikinci olarak dünkü yardımı için. O yüzden
sabah istediği bir şeyi duymak için bekledim. Bunun kolay olacağını tahmin
etmiştim; diğer insanlar gibi, mutlaka özellikle istediği bir şey olmalıydı. Birkaç tane
belki. İsimsiz olarak yollayacaktım ve ödeşmiş olacaktık.
Ve Angela düşünceleriyle neredeyse Bella kadar yardımcı olmayan biri
olduğunu kanıtladı. Bir ergen için garip bir şekilde hayatından memnundu.
Mutluydu. Belki de alışılmadık iyiliğinin sebebi buydu – istediği her şeye sahip olan
ve sahip olduğu her şeyi isteyen nadir insanlardandı. Eğer öğretmenlerine ve
notlarına dikkatini vermemişse, bu hafta sonu kumsala götüreceği ikiz kardeşlerini
düşünüyordu – heyecanlarını neredeyse anne gibi bir hoşnutlukla bekliyordu.
Genellikle onlara o bakıyordu; ama bu durumdan rahatsız değildi… Bu çok tatlıydı.
Ama benim için pek yardımcı değildi.
İstediği bir şey olmalıydı. Sadece bakmaya devam etmem gerekliydi; ama
sonra. Bella’nın Jessica ile olan Trigonometri dersi gelip çatmıştı.
İngilizce’ye giderken, nereye gittiğime bakmıyordum. Jessica çoktan yerine
geçmişti. Bella’ın gelişini beklerken ayaklarını sabırsızca yere vuruyordu.
Diğer taraftan, sınıftaki sırama oturduğumda, tamamen hareketsiz hale
geldim. Arada sırada kıpırdanmayı kendime hatırlatmam gerekliydi, rolümü devam
ettirmek için. Bu zordu, düşüncelerim Jessica’nınkilere odaklanmıştı. Dikkat
edeceğini, Bella’nın yüzünü benim için okumaya çalışacağını umuyordum.
Jessica’nın ayaklarını yere vuruşu, Bella içeri girdiğinde şiddetlendi.
Suratı asık görünüyor. Niye? Belki de Edward Cullen’la aralarında hiçbir şey yoktur.
Bu bir hayal kırıklığı olur. Ama… o zaman hala uygun demektir… Eğer aniden birileriyle
çıkmakla ilgilenmeye başlamışsa, yardımcı olmanın benim için bir sakıncası yok…
Bella’nın suratı asık değildi, isteksizdi. Endişelenmişti – bunların hepsini
duyacağımı biliyordu. Kendi kendime gülümsedim.
“Bana her şeyi anlat!” dedi Jessica, Bella hala montunu sırasının arkasına
yerleştirirken. İsteksizce ve ihtiyatla hareket ediyordu.
Öff, çok yavaş. Hadi çekici kısma geçelim!
“Ne öğrenmek istiyorsun?” dedi Bella vakit kazanmaya çalışarak.
“Dün gece ne oldu?”
“Bana yemek ısmarladı ve sonra eve bıraktı.”
Ve sonra? Hadi ama, bundan daha çok şey olmalı! Yalan söylüyor zaten, biliyorum.
Bunu öğreneceğim.
“Eve nasıl o kadar hızlı gelebildin?”
Bella’nın şüpheli olan Jessica’ya gözlerini devirişini izledim.
“Arabayı manyak gibi kullanıyor. Korkunçtu.”
Yüzünde küçük bir gülümseme belirdi ve ben Bay Mason’ın duyurularını
bölerek sesli şekilde güldüm. Kahkahayı öksürüğe çevirmeye çalıştım; ama kimse
kanmadı. Bay Mason bana sinirli bir bakış attı; fakat arkasındaki düşünceyi
dinlemeye uğraşmadım bile. Jessica’yı dinliyordum.
Hah. Gerçeği söylüyormuş gibi görünüyor. Niye beni bütün bunları kelime kelime
ağzından almaya zorluyor? Eğer ben olsaydım hava atıyor olurdum.
“Randevu gibi miydi – orada seninle buluşmasını mı söyledin?”
Jessica Bella’nın ifadesinden şok geçerken onu izledi ve ne kadar hakiki
gözüktüğünü görünce hayal kırıklığına uğradı.
“Hayır – onu orada gördüğümde çok şaşırdım.” dedi Bella ona.
Neler oluyor?? “Ama bugün seni okula bıraktı?” Hikayenin daha fazlası olmalı.
“Evet – o da bir sürprizdi. Dün gece bir montum olmadığını fark etmiş.”
Bu o kadar da eğlenceli değil, diye düşündü Jessica, yine hayal kırıklığına
uğrayarak.
Sorgulayışından sıkılmıştım – bilmediğim bir şey duymak istiyordum.
“O zaman, yine çıkacak mısınız?” diye sordu Jessica.
“Cumartesi günü beni Seattle’a götürmeyi teklif etti, çünkü kamyonetimin bunu
başaramayacağını düşünüyor – bu sayılır mı?”
Hmm. Şüphesiz… onunla ilgilenmek, ona dikkat etmek için, bir nevi. Onun tarafında
mutlaka bir şeyler olmalı, eğer Bella’da yoksa bile. BU nasıl olabilir ki? Bella delinin teki.
“Evet.”
“Peki o zaman,” diye bitirdi Bella. “Evet.”
“Vay… Edward Cullen.” Ondan hoşlanıyor ya da hoşlanmıyor, bu yine de büyük bir
şey.
“Biliyorum.” dedi iç çekerek Bella.
Ses tonu Jessica’yı cesaretlendirdi. Sonunda – anlıyor gibi konuşuyor!
Bekle!” dedi Jessica aniden en hayati sorusunu hatırlayarak. “Seni öptü mü?”
Lütfen evet de ve sonra her saniyeyi anlat!
“Hayır.” diye mırıldandı Bella ve sonra yüzü asılarak ellerine baktı. “Öyle değil.”
Lanet olsun. Keşke… Ha. O da bunu dilermiş gibi.
Suratımı astım. Bella bir şeye üzülmüş gibi görünüyordu; ama bu Jessica’nın
tahmin ettiği gibi hayal kırıklığı olamazdı. Bunu isteyemezdi. Öğrendiklerinden
sonra değil. Dişlerime yakın olmak istemezdi. Bildiğine göre, sivri dişlerim vardı.
Titredim.
“Belki cumartesi…” diye kışkırttı Jessica.
Bella “Gerçekten şüpheliyim.” dediğinde daha da rahatsız gözüktü.
Evet, gerçekten istiyor. Bu onun için berbat bir durum.
Jessica’nın haklı gibi görünmesinin sebebi bütün bunları onun bakış açısından
izlemem miydi?
Yarım saniyeliğine, bu fikir dikkatimi dağıtmıştı, imkansızlığı, onu öpmenin
nasıl bir şey olacağı. Benim dudaklarıma karşı onun dudakları, soğuk taşa karşı
sıcak, yumuşak ipek…
Ve sonra o ölürdü.
Ürpererek kafamı salladım ve kendimi dikkatimi vermeye zorladım.
“Ne konuştunuz?” Onunla konuştun mu yoksa şimdi yaptığın gibi ağzından her şeyi
zorla çekip almak zorunda mı kaldı?
Acıklı bir şekilde güldüm. Jessica’nın tahmini çok uzak değildi.
“Bilmiyorum Jess, pek çok şeyden. İngilizce kompozisyonundan biraz konuştuk.”
Çok az. Daha da geniş gülümsedim.
Ah, hadi AMA! “Lütfen Bella! Bana biraz detay ver.”
Bella bir an tereddüt etti.
“Peki… tamam. Bir tane var. Garsonun onunla nasıl flört etmeye çalıştığını
görmeliydin; ama o, ona hiç dikkat etmedi bile.”
Paylaşmak için ne kadar garip bir ayrıntı. Bella’nın fark etmesine şaşırmıştım.
Çok önemsiz bir şey gibi görünüyordu.
İlginç… “Bu iyi bir işaret. Güzel miydi?”
Hmm. Jessica bunun üzerine benim tahmin ettiğimden daha çok düşünmüştü.
Mutlaka bir kız işi olmalıydı.
“Çok.” dedi Bella ona. “Ve muhtemelen on dokuz ya da yirmi yaşındaydı.”
Jessica’nın dikkati bir anlığına pazartesi günü Mike’la olan anısıyla dağılmıştı
– Mike Jessica’nın güzel olduğunu bile düşünmediği bir garsona çok arkadaş canlısı
davranmıştı. Anıyı itti ve sinirini bastırarak ayrıntılarla ilgili sorusuna geri döndü.
“Daha iyi. Senden mutlaka hoşlanıyor olmalı.”
“Öyle sanıyorum.” dedi Bella yavaşça ve ben sıramın kenarındaydım,
vücudum hareketsiz ve sertti. “Ama söylemek zor. Her zaman çok gizemli.”
Düşündüğüm kadar şeffaf ve kontrol dışı olmamalıydım. Yine de…
dikkatliliğiyle… nasıl ona aşık olduğumu anlayamazdı? Konuşmamızı kafamdan
tekrar geçirdim ve kelimeleri sesli söylemediğime neredeyse şaşırdım. Bu bilgi her
sözümüzde alt metin olarak yer alıyormuş gibiydi.
Vay. Bir erkek modelin karşısında nasıl oturur da konuşabilirsin? “Nasıl oluyor da
onunla yalnız kalabilecek kadar cesur olabiliyorsun bilmiyorum.” dedi Jessica.
Bella’nın yüzünde birdenbire şok belirdi. “Niye?”
Garip bir tepki. Ne kastettiğimi düşündü? “O çok…” Doğru kelime ne? “Korkunç.
Onunla konuşurken ne söyleyeceğimi bilemiyorum.”
Bella gülümsedi. “Ben de onun etrafındayken tutarlı olma konusunda problem
yaşıyorum.”
Mutlaka Jessica’ya kendini iyi hissettirmeye çalışıyor olmalıydı. Biz
beraberken neredeyse doğal olmayacak kadar soğukkanlıydı.
“Pekala.” dedi Jessica iç çekerek. “O inanılmaz derecede göz kamaştırıcı.”
Bella’nın yüzü birdenbire soğudu. Gözlerinde bir ortada bir adaletsizlik
olduğu ve buna gücendiği zamanlarda olduğu gibi şimşekler çaktı. Jessica onun yüz
ifadesindeki değişikliği fark etmedi.
“Onunla ilgili bundan daha çok şey var.” dedi.
Ooo. Şimdi bir yere geliyoruz. “Gerçekten mi? Ne gibi?”
Bella bir süre dudağını ısırdı. “Doğru anlatamam,” dedi sonunda. “Ama
yüzünün arkasında çok daha inanılmaz.” Jessica’dan uzağa baktı, gözleri hafifçe
odağını kaybetmişti, sanki çok çok uzaktaki bir şeye bakıyormuş gibi.
Şimdi hissettiğim duygu, Carlise ve Esme bani hak ettiğimden fazla
övdüklerinde hissettiğime biraz benziyordu. Benzer; ama daha şiddetli, daha yakıcı.
Bu saçmalıklarını başka bir yerde sat – o yüzden daha iyi hiçbir şey yok. Tabii söz
konusu vücudu değilse. Bayılacağım. “Bu mümkün mü?” Jessica kıkırdadı.
Bella dönmedi. Jessica’yı görmezden gelerek uzaklara bakmaya devam etti.
Normal bir insan zevk alıyor olurdu. Belki soruları basit tutarsam. Ha ha. Bir
anaokulu çocuğuyla konuşuyormuşum gibi. “O zaman, ondan hoşlanıyor musun?”
Yine dimdik duruyordum.
Bella Jessica’ya bakmadı. “Evet.”
“Yani, ondan gerçekten hoşlanıyor musun?”
“Evet.”
Şu kızarmaya bak!
Bakıyordum.
“Ondan ne kadar hoşlanıyorsun?” diye sordu Jessica.
İngilizce sınıfı alevler içinde kalabilirdi ve ben fark etmezdim bile.
Bella’nın yüzü şimdi parlak kırmızıydı – sıcaklığı zihinsel resimden neredeyse
hissedebiliyordum.
“Çok.” diye fısıldadı. “Onun benden hoşlandığından daha çok; ama bununla ilgili
ne yapabilirim bilmiyorum.”
Kahretsin! Bay Varner ne sordu? “Iı – hangi sayı Bay Warner?”
Jessica’nın artık Bella’yı sorgulayamaması iyiydi. Bir dakikaya ihtiyacım vardı.
Bu kız ne düşünüyordu şimdi? Benden hoşlandığından daha çok? Nasıl bu sonuca
varabilmişti? Ama bununla ilgili ne yapabilirim bilmiyorum? Bu ne anlama geliyordu?
Bu sözlere mantıklı bir açıklama bulamıyordum. Neredeyse anlamsızlardı.
Açık şeyler, mantıklı şeyler onun o garip beyninde bir şekilde bükülüp geriye
gidiyordu. Benden hoşlandığından daha çok? Belki de henüz gelenekleri
reddetmemeliydim.
Dişlerimi gıcırdatarak saate öfkeyle baktım. Dakikalar bir ölümsüze nasıl bu
kadar inanılmaz derecede uzun gelebilirdi? Bakış açım neredeydi?
Bay Varner’ın bütün trigonometri dersi boyunca çenem kasılıydı. Ondan
kendi sınıfımdaki dersten daha çok şey duydum. Bella ve Jessica tekrar konuşmadı;
ama Jessica Bella’ya birkaç kere baktı ve bir kere yüzü görünmeyen bir sebeple
parlak kırmızıydı.
Öğle yemeği yeterince hızlı gelemedi.
Jessica’nın ders bittiğinde benim beklediğim cevaplardan bazılarını
alabileceğinden emin değildim; ama Bella ondan daha hızlıydı.
Zil çalar çalmaz Jessica’ya döndü.
“İngilizce’de, Mike bana senin pazartesi akşamıyla ilgili bir şey söyleyip söylemediğini
sordu.” dedi Bella, bir gülümseme dudaklarının kenarlarını yukarı kaldırırken.
Bunun ne olduğunu anladım – saldırı en iyi savunmadır.
Mike beni mi sordu? Mutluluk Jessica’nın zihnini alışıldık sahteliğinden aniden
korunmasız, yumuşak bir hale getirdi. “Şaka yapıyorsun! Ne dedin?”
“Çok eğlendiğini anlattığını söyledim – ve memnun olmuş göründü.”
“Onun tam olarak ne söylediğini ve senin tam cevabını söyle!”
Belli ki bugün Jessica’dan alacağım bu kadardı. Bella da sanki aynı şeyi
düşünüyormuş gibi gülümsüyordu. Kazanmış gibi.
Öğle yemeği ayrı bir hikaye olacaktı. Ondan cevap almakta Jessica’dan daha
başarılı olacaktım, bunu mutlaka başaracaktım.
Dördüncü derste Jessica’yı arada kontrol etmeye zorlukla dayanabildim.
Onun Mike Newton’la ilgili takıntılı düşüncelerine sabrım yoktu. Son iki haftadır
ondan yeterince çekmiştim. Canlı olduğu için şanslıydı.
Cansızca Alice ile beden dersine yürüdüm, insanlarla fiziksel aktivite yapma
zamanı geldiğinde her zaman yaptığımız gibi. Benim takım arkadaşımdı doğal
olarak. Badminton’ın ilk günüydü. Sıkıntıyla iç çektim ve raketi yavaş çekimle kuşa
vurup karşı tarafa gönderdim. Lauren Mallory diğer takımdaydı; kaçırdı. Alice
tavana bakarak raketini sopa gibi döndürüyordu.
Hepimiz bedenden nefret ederdik, özellikle Emmett. Oyunlarda şike yapmak
onun kişisel felsefesine göre bir hakaretti. Beden bugün normalden daha kötü
göründü – Emmett’in her zaman hissettiği gibi sinirliydim.
Kafam sabırsızlıktan patlamadan önce, Koç Clapp oyunları bitirdi ve bizi
erken gönderdi. Kahvaltıyı atladığı için gülünç derecede minnettardım – yeni bir
diyet denemesi – ve bunu izleyen açlığı onu kampüsü terk edip yağlı yemek yeme
konusunda acele ettirmişti. Yarın tekrar başlayacağına kendi kendine söz verdi…
Bu bana Bella’nın dersi bitmeden matematik binasına gitmek için yeterince zaman
verdi.
İyi eğlenceler, diye düşündü Alice Jasper’la buluşmaya giderken. Sadece birkaç
gün daha sabredeceğim. Sanırım Bella’ya benden selam söylemezsin, değil mi?
Sinirlenerek kafamı salladım. Bütün psişikler böyle kendini beğenmiş miydi?
Bu haftasonu güneşli olacak. Planlarını tekrar gözden geçirmek isteyebilirsin.
Ters istikamete doğru ilerlerken iç çektim. Kendini beğenmiş; ama kesinlikle
yararlı.
Kapının yanındaki duvara yaslanıp bekledim. Jessica’nın sesini tuğlaların
arasından düşünceleri gibi duyabilecek kadar yakındım.
“Bugün bizimle oturmuyorsun değil mi?” Sarhoş gibi duruyor… Bahse girerim ki
bana söylemediği tonlarca şey var.
“Sanmıyorum.” diye cevapladı Bella, garip şekilde emin olamayarak.
Ona öğle yemeğini beraber geçireceğimize dair söz vermemiş miydim? Ne
düşünüyordu?
Sınıftan beraber çıktılar ve beni gördüklerinde ikisinin de gözleri büyüdü; ama
sadece Jessica’yı duyabildim.
Hoş. Vay. Ah, evet, bana söylediğinden daha fazlası dönüyor burada. Belki bu gece
onu ararım… ya da belki onu cesaretlendirmemeliyim. Hah. Umarım onu aceleyle geçer.
Mike tatlı ama… vay.
“Görüşürüz Bella.”
Bella bana doğru yürüyüp bir adım geride durakladı, hala emin değildi.
Yanakları pembeydi.
Onu, tereddüdünün arkasında korku olmadığını anlayacak kadar iyi
tanıyordum. Belli ki, bu kendi hisleriyle benimkiler arasında hayal ettiği uçurumla
alakalıydı. Benden hoşlandığından daha çok. Gülünç!
“Merhaba,” dedim, sesim sertti.
Yüzü daha da parladı. “Selam.”
Başka bir şey söylemeye meyilli gözükmüyordu, o yüzden kafeteryaya doğru
yöneldim ve sessizce yanımda yürüdü.
Ceket işe yaramıştı – kokusu her zaman olduğu gibi darbe vurmamıştı. Sadece
zaten hissettiğim acıyı biraz şiddetlendirmişti. Yapabileceğime inandığımda bunu
daha kolay görmezden gelebiliyordum.
Bella sıradayken huzursuzdu, dalgınlıkla montunun fermuarıyla oynuyor ve
ağırlığını gerginlikle bir ayağından diğerine veriyordu. Bana sık sık bakıyordu; ama
gözlerimiz buluştuğunda utanmış gibi aşağı bakıyordu. Bu pek çok insan bize
baktığı için miydi? Belki yüksek sesli fısıltıları duyabiliyordu – dedikodu iç seslerde
olduğu kadar konuşmalarda da mevcuttu.
Ya da belki, yüz ifademden başının belada olduğunu anlamıştı.
Yemeğini almaya başlayana kadar hiçbir şey söylemedi. Ne sevdiğini
bilmiyordum – daha değil – o yüzden her şeyden birer tane aldım.
“Ne yapıyorsun?” diye tısladı alçak bir sesle. “Bunların hepsini benim için
almıyorsun değil mi?”
Kafamı salladım ve tepsiyi kasaya götürdüm. “Yarısı benim için tabii ki.”
Şüpheyle kaşını kaldırdı; ama ben yemeği öderken ve onunla geçen haftaki
kan grubu ölçümünde yaşadığı feci deneyimden önce oturduğumuz masaya
yürürken başka hiçbir şey söylemedi. Birkaç günden daha fazla zaman geçmiş gibi
geliyordu. Şimdi her şey farklıydı.
Yine karşıma oturdu. Tepsiyi ona ittim.
“Ne istersen al.”
Bir elma aldı ve yüzünde şüpheli bir bakışla elinde döndürdü.
“Merak ediyorum…”
Ne büyük sürpriz.
“Biri sana yemek yeme konusunda meydan okursa ne yaparsın?” diye devam
etti insan kulaklarının yakalayamayacağı bir sesle. Ölümsüz kulakları ayrı bir
konuydu, eğer dikkat ediyorlarsa. Muhtemelen onlara daha önce bahsetmeliydim…
“Her zaman meraklısın,” diye şikayet ettim. Ah pekala. Daha önce yapmamış
değildim. Rolün bir parçasıydı. Hoş olmayan bir parçası.
En yakın şeye uzandım ve her neyse ondan bir ısırık alırken gözlerine baktım.
Bakmadan ne olduğunu söyleyemezdim. Her insan yiyeceği gibi çamurumsu ve
iğrençti. Hıza çiğnedim ve yüzümü buruşturmamaya çalışarak yuttum. Yiyecek
kütlesi boğazımdan yavaşça ve rahatsız edici şekilde indi. Daha sonra nasıl kusmak
zorunda kalacağımı düşününce iç çektim. İğrenç.
Bella’nın yüzünde şok vardı. Etkilenmişti.
Gözlerimi devirmek istedim. Tabii ki böyle kandırmalarda iyi olacaktık.
“Biri sana çamur yemek için meydan okusa yapabilirsin, değil mi?”
Burnunu buruşturdu ve gülümsedi. “Bir kere yapmıştım… bir iddiada. O
kadar da kötü değildi.”
Güldüm. “Sanırım şaşırmadım.”
Samimi görünüyorlar değil mi? İyi beden dili. Bella’ya incelemelerimi sonra
anlatırım. Eğer ilgileniyor olsa olacağı gibi ona doğru eğiliyor. İlgili görünüyor. Muhteşem
görünüyor. Jessica iç çekti. Mmm.
Jessica’ya baktım ve gerginlikle gözlerini kaçırıp yanındaki kıza kıkırdadı.
Hmm. Mike’ta kalmak muhtemelen daha iyi. Gerçeklik, hayal dünyası değil…
“Jessica yaptığım her şeyi analiz ediyor.” diye bilgilendirdim Bella’yı. “Sana
sonra anlatacak.”
Tabağı ona doğru geri ittim – pizza olduğunu fark ettim – en iyi nasıl
başlayabileceğimi düşünerek. Önceki sinirim, sözler kafamda tekrar ederken tekrar
alevlendi: Benden hoşlandığından daha çok; ama bununla ilgili ne yapabilirim bilmiyorum.
Aynı pizza diliminden bir ısırık aldı. Ne kadar güven dolu olduğunu görmek beni
hayrete düşürdü. Tabii ki, zehirli olduğumu bilmiyordu – bu ona zarar vereceğinden
değil tabii. Yine de bana farklı davranmasını beklerdim. Başka bir şekilde. Bunu hiç
yapmadı – en azından olumsuz yönde…
Nazikçe başlayacaktım.
“Yani garson güzeldi öyle mi?”
Tekrar kaşını kaldırdı. “Gerçekten fark etmedin mi?”
Sanki herhangi bir kadın benim dikkatimi Bella’dan alabilirmiş gibi. Gülünç,
yine.
“Hayır, dikkat etmiyordum. Aklımda çok şey vardı.”
“Zavallı kız.” dedi Bella gülümseyerek.
Garsonu herhangi bir şekilde ilginç bulmamamdan memnun olmuştu. Bunu
anlayabilirdim. Mike Newton’ı Biyoloji sınıfında sakatlamayı kaç kere hayal
etmiştim?
Gerçekten insan duygularının, on yedi kısa ölümlü yılının birikiminin,
yüzyıldır içimde büyüyen ölümsüz tutkulardan daha güçlü olduğuna inanamazdı.
“Jessica’ya söylediğin bir şey…” Sesimi sıradan tutamamıştım. “Beni rahatsız
etti.”
Anında savunmaya geçti. “Hoşlanmadığın bir şey duymana şaşırmadım.
Gizlice dinleyenler hakkında ne derler bilirsin.”
“Dinleyeceğime dair seni uyarmıştım.” diye hatırlattım ona.
“Ve ben de düşündüğüm her şeyi bilmek istemeyeceğine dair seni
uyarmıştım.”
Ah, onu ağlattığım zamanı düşünüyordu. Vicdan azabı sesimi boğuklaştırdı.
“Uyardın. Tamamen haklı değilsin gerçi. Ne düşündüğünü bilmek istiyorum
– her şeyi. Sadece… bazı şeyleri düşünüyor olmamanı dilerdim.”
Daha fazla yarı-yalanlar. Onun beni önemsemesini istememem gerektiğini
biliyordum; ama istiyordum. Tabii ki istiyordum.
“Bu oldukça farklı bir şey.” diye homurdandı bana kaşlarını çatarak.
“Ama konumuz tam olarak bu değil.”
“O zaman ne?”
Bana doğru eğildi, eli boğazını hafifçe kavradı. Bu gözümü aldı – dikkatimi
dağıttı. Ne kadar yumuşak olmalıydı…
Odaklan, diye emrettim kendime.
“Gerçekten, senin bana, benim sana verdiğimden daha çok değer verdiğine mi
inanıyorsun?” diye sordum. Soru kulağıma gülünç geldi, kelimeler mücadele
veriyormuş gibi.
Gözleri büyüdü, soluk alıp verişi durdu. Sonra gözlerini kırpıştırarak uzağa
baktı. Zorlukla nefes aldı.
“Yine yapıyorsun.” diye mırıldandı.
“Neyi?”
“Beni büyülüyorsun.” diye itiraf etti gözlerime ihtiyatla bakarak.
“Ah.” Hmm. Bunu nasıl yapmayacağımdan pek emin değildim, onu
büyülemeyi istemediğimden de. Hala yapabildiğim için büyük heyecan
duyuyordum; ama bu konuşmanın ilerlemesine katkıda bulunmuyordu.
“Senin hatan değil.” İç çekti. “Elinde değil.”
“Soruma cevap verecek misin?” diye sordum.
Masaya baktı. “Evet.”
Söylediği tek şey buydu.
“Evet, cevap vereceksin ya da evet, gerçekten böyle düşünüyorsun?” diye
sordum sabırsızca.
“Evet, gerçekten böyle düşünüyorum.” dedi yukarı bakmadan. Sesinde hafif
bir hüzün vardı. Tekrar kızardı ve bilinçsizce dudağını ısırdı.
Aniden, hakikaten inandığı için bunu itiraf etmenin ona göre ne kadar zor
olduğunu anladım ve Mike ödleğinden daha iyi olmadığımı fark ettim;
kendiminkileri onaylamadan önce, onun hislerini sormuştum. Tarafımı oldukça açık
belli ettiğimi düşünmem önemli değildi. Ona ulaşamamıştım ve bu yüzden
mazeretim yoktu.
“Yanılıyorsun.” dedim. Sesimdeki şefkati mutlaka duymuş olmalıydı.
Bella bana baktı, gözleri anlaşılmazdı, hiçbir şey ele vermiyorlardı. “Bunu
bilemezsin.” diye fısıldadı.
Düşüncelerini duyamadığım için duygularını küçümsediğimi düşünüyordu;
ama gerçekte, problem onun benim hislerimi küçümsemesiydi.
“Sana böyle düşündüren ne?”
Kaşlarının arasında bir kıvrım belirerek ve dudağını ısırarak bana baktı.
Milyonuncu kere, çaresizce onu duyabilmeyi diledim.
Hangi düşünceyle boğuştuğunu söylemesi için yalvarmak üzereydim; ama
konuşmamı engellemek için bir parmağını kaldırdı.
“Düşünmeme izin ver.” dedi.
Düşüncelerini düzenlediği sürece sabırlı olabilirdim.
Ya da oluyormuş gibi davranabilirdim.
Ellerini birbirine bastırdı, narin parmaklarını birbirine geçirip ayırmaya
başladı. Konuşurken, ellerini sanki başkalarına aitlermiş gibi izliyordu.
“Pekala, açık olan sebebin dışında,” diye mırıldandı. “Bazen… Emin
olamıyorum – nasıl akıl okunacağını bilmiyorum – ama bazen başka bir şey
söylerken veda etmeye çalışıyorsun gibi geliyor.” Yukarı bakmadı.
Bunu yakalamıştı değil mi? Beni burada sadece zayıflık ve bencilliğin
tuttuğunu da anlamış mıydı?
“Akıllıca.” diye fısıldadım ve acı yüz ifadesini değiştirirken dehşetle izledim.
Tahminini yalanlamak için acele ettim. “Aslında bu tam olarak yanıldığın yer–” diye
başladım; ama açıklamasının ilk sözlerini hatırlayarak durakladım. Doğru
anladığımdan emin olmasam da beni rahatsız etti. “’Açık olan sebep’ derken ne
demek istiyorsun?”
“Eh, bana bir bak.” dedi.
Bakıyordum. Her zaman yaptığım şey ona bakmaktı. Ne demek istemişti?
“Ben tamamen sıradanım.” diye açıkladı. “Tabii, ölümün kıyısından
döndüğüm deneyimlerim ve sakarlığım dışında. Ve bir de kendine bak.” Bana doğru
elini salladı, sanki sesli söylenmeye değmeyecek kadar açık bir şeyi gösteriyormuş
gibi.
Sıradan olduğunu mu düşünüyordu? Bir şekilde ondan daha iyi olduğumu
mu düşünüyordu? Kime göre? Jessica ya da Bayan Cope gibi aptal, dar görüşlü, kör
insanlara göre mi? Nasıl oluyordu da anlamıyordu kendinin en güzel… en
mükemmel… olduğunu… Bu kelimeler bile yeterli değildi.
Ve onun hiçbir fikri yoktu.
“Kendini tam olarak göremiyorsun biliyor musun?” dedim ona. “Kötü şeyler
konusunda dermansız olduğunu itiraf ediyorum…” Neşesizce güldüm. Peşini
bırakmayan kötü kaderi komik bulmuyordum; ama sakarlığı bir nevi komikti.
Sevimli. Ona hem içinin hem de dışının güzel olduğunu söylesem bana inanır mıydı?
Muhtemelen onaylamayı daha ikna edici bulurdu. “Ama ilk gününde okuldaki
bütün erkeklerin ne düşündüğünü duymadın.”
Ah, o düşüncelerin umudu, heyecanı, istekliliği. İmkansız fantezilere dönüş
hızları. İmkansız, çünkü o, onlardan hiçbirini istememişti.
Evet dediği kişi bendim.
Gülümsemem mutlaka kendini beğenmiş olmalıydı.
Yüzü şaşkınlıkla boştu. “Buna inanmıyorum.” diye mırıldandı.
“Bana sadece bir kere güven – sen sıradan tanımlamasının tam tersisin.”
Varlığı bile tek başına bütün dünyanın yaratılışını haklı çıkarmaya yeterdi.
İltifatlara alışık değildi, bunu görebiliyordum. Alışmak zorunda kalacağı
başka bir şey de buydu. Kızardı ve konuyu değiştirdi. “Ama ben veda etmiyorum.”
“Görmüyor musun? Bu benim haklı olduğumu kanıtlıyor. En çok ben değer
veriyorum, çünkü eğer yapabilirsem…” Doğru şeyi yapabilmek için hiç yeterince
fedakar olabilecek miydim? Çaresizce kafamı salladım. Yeterli gücü bulmak
zorundaydım. O bir hayatı hak ediyordu. Alice’in onun için geldiğini gördüğü şeyi
değil. “Eğer gitmek doğru şeyse…” Ve doğru şey olmalıydı, değil mi? Umursamaz
bir melek yoktu. Bella bana ait değildi. “O zaman senin incinmemen için, güvende
olman için ben kendimi incitirim.”
Kelimeler ağzımdan çıkarken, doğru olmalarını diledim.
Bana öfkeyle baktı. Bir şekilde sözlerim onu sinirlendirmişti. “Ve benim aynı
şeyi yapmayacağımı mı düşünüyorsun?” diye sordu öfkeyle.
Çok öfkeli – çok yumuşak ve çok kırılgan. O birini nasıl incitebilirdi ki?
“Hiçbir zaman bu kararı vermek zorunda kalmayacaksın.” dedim ona, aramızdaki
büyük fark yüzünden üzülerek.
Gözlerindeki öfkenin yerini endişe alır ve kaşlarının arasındaki ufak kıvrımı
ortaya çıkarırken, bana baktı.
Eğer bu kadar iyi ve kırılgan birinin, onu beladan uzak tutacak bir koruyucu
meleği yoksa, evrenin düzeninde büyük bir sorun var demekti.
Eh, diye düşündüm kara mizahla, en azından bir koruyucu vampiri var.
Gülümsedim. Kalmak için olan bahanemi ne kadar çok seviyordum. “Tabii,
seni güvende tutmak sürekli yanında olmamı gerektiren tam zamanlı bir iş gibi
gelmeye başladı.”
O da gülümsedi. “Bugün kimse beni öldürmeye çalışmadı,” dedi kaygısızca
ve sonra gözleri tekrar anlaşılmaz hale gelmeden önce yüzü yarım saniyeliğine
şüpheli göründü.
“Henüz.” diye ekledim.
“Henüz.” dedi beni şaşırtarak. Korunmaya ihtiyacı olduğunu inkar etmesini
beklemiştim.
Nasıl yapar? Bencil budala! Bize bunu nasıl yapar? Rosalie’nin delici iç çığlıkları
konsantrasyonumu bozdu.
Kafeteryanın karşısında Emmett’in “Sakin ol Rose.” diye fısıldadığını
duydum. Kolu omzundaydı, onu yanında tutuyordu – alıkoyuyordu.
Özür dilerim Edward, diye düşündü Alice suçlu suçlu. Bella’nın çok şey bildiğini
konuşmanızdan anladı… ve eğer ona gerçeği anında söylemeseydim çok daha kötü olacaktı.
Bana güven.
Bana, eğer Rosalie’ye Bella’nın benim bir vampir olduğumu bildiğini evde, rol
yapmak zorunda kalmayacağı bir yerde söyleseydim ne olacağını gösterdiğinde
irkildim. Okul bitene kadar sakinleşmezse Aston Martin’imi şehir dışında bir yere
saklamak zorunda kalacaktım. En sevdiğim arabamın ezilmiş ve yanan görüntüsü
üzücüydü – bir ceza hak ettiğimi bilmeme rağmen.
Jasper da daha mutlu değildi.
Onlarla sonra yüzleşirdim. Bella’yla beraber olmak için çok az vaktim vardı ve
bunu harcamayacaktım. Ayrıca Alice’i duymak bana yapacak işlerim olduğunu
hatırlatmıştı.
“Sana başka bir sorum var.” dedim Rosalie’nin iç histerilerinin sesini
bastırarak.
“Sor.” diyerek gülümsedi Bella.
“Cumartesi Seattle’a gerçekten gitmen gerekli mi, yoksa bu sadece
hayranlarından kurtulmak için kullandığın bir bahane miydi?”
Yüzünü buruşturdu. “Biliyorsun, seni Tyler olayında hala affetmedim. Onunla
baloya gideceğimi düşünmesi senin suçun.”
“Ben olmadan da sana sormanın bir yolunu bulurdu – sadece yüzünü görmek
istedim.”
Dehşet içindeki yüz ifadesini hatırlayınca güldüm. Kendi karanlık hikayemle
ilgili söylediğim hiçbir şey yüzünü o hale getirmemişti. Gerçek onu korkutmamıştı.
O benimle olmak istemişti.
“Eğer sana teklif etseydim, beni reddeder miydin?”
“Muhtemelen hayır,” dedi. “ama sonra iptal ederdim – hastalık ya da bilek
burkulması numarası yapardım.”
Ne kadar garip. “Niye böyle bir şey yapardın ki?”
Anında anlamadığım için hayal kırıklığına uğramışçasına kafasını salladı.
“Sanırım beni beden dersinde hiç görmedin; ama senin anlayacağını düşünmüştüm.”
Ah. “Dümdüz bir zeminde, üzerinde takılacak bir şey bulmadan
yürüyememenden mi bahsediyorsun?”
“Belli ki.”
“Sorun olmazdı. Her şey yönetimde bitiyor.”
Saniyenin kısa bir kesitinde bir dans sırasında – şüphesiz, bu kazak yerine
daha güzel ve zarif bir şey giyeceği bir yerde – onun kollarımda olması fikriyle
kendimden geçmiştim.
Kusursuz bir netlikle, onu üzerine gelen minibüsün önünden ittiğimde
vücudunun kendiminkinin altında nasıl hissettiğini hatırladım. Bu hissi, panikten ya
da üzüntüden ya da çaresizlikten daha güçlü olarak hatırlayabiliyordum. Çok sıcak
ve çok yumuşaktı, kendi kaya şeklime kolaylıkla uymuştu…
Kendimi anıdan zorla geri çektim.
“Ama bana cevap vermedin–” dedim, benimle sakarlığı konusunda
tartışacağını tahmin ederek. “Seattle’a gitmeye kararlı mısın yoksa başka bir şey
yapmamızın bir sakıncası var mı?”
Çapraşık – o gün benden uzaklaşma şansı vermeden, seçenek sunuyordum.
Adil değildim; ama dün gece ona bir söz vermiştim… ve onu tutma fikrinden
hoşlanmıştım – neredeyse beni korkuttuğu kadar.
Cumartesi günü güneş ışıyor olacaktı. Ona gerçek beni gösterebilirdim, eğer
dehşetine ve tiksinmesine katlanabilecek kadar cesursam. Bu riski alabileceğim bir
yer biliyordum.
“Başka seçeneklere açığım,” dedi Bella. “ama isteyeceğim bir iyilik var.”
“Ne?”
“Arabayı ben kullanabilir miyim?”
“Niye?”
“Charlie’ye Seattle’a gideceğimi söylediğimde, özellikle yalnız gidip
gitmeyeceğimi sordu ve o sırada durum öyleydi. Eğer tekrar sorarsa, muhtemelen
yalan söylemem; ama yine soracağını sanmıyorum ve kamyonetimi evde bırakmak
sadece konuyu gereksiz yere açar. Ayrıca, araba sürüşün beni korkutuyor.”
Gözlerimi devirdim. “Benimle ilgili seni korkutabilecek o kadar şey varken,
sen araba sürüşümden korkuyorsun.” Hakikaten beyni ters çalışıyordu. Rahatsız bir
şekilde kafamı salladım.
Edward, diye seslendi Alice aceleyle.
Aniden, Alice’in görüşlerinden birinde parlak bir güneş ışığı dairesine
bakıyordum.
Bu iyi bildiğim, Bella’yı götürmeyi düşündüğüm yerdi – benden başka
kimsenin gitmediği küçük bir çayırlık. Yalnız kalmaya güvenebileceğim sessiz, güzel
bir yer – herhangi bir patika ya da insan yerleşkesinden yeterince uzaktı, zihnim bile
huzur bulabiliyordu.
Alice de tanıdı, çünkü beni kısa zaman önce başka bir görüşünde orada
görmüştü – Alice’in Bella’yı minibüsten kurtardığım sabah gösterdiği değişken, uzak
görüntülerden biriydi.
O bulanık görüşte, yalnız değildim; ama şimdi netti – Bella orada benimleydi.
O zaman, yeterince cesurdum. Yüzünde gökkuşakları dans ediyordu, gözleri
anlaşılmazdı ve bana bakıyordu.
Burası aynı yer, diye düşündü Alice, zihni görüntüyle eşleştiremediğim bir
dehşetle doluyken. Gerginlik belki; ama dehşet? Ne demek istemişti, aynı yer derken?
Ve sonra gördüm.
Edward! diye haykırdı Alice, tiz bir sesle. Onu seviyorum Edward!
Sesini haince kestim.
Bella’yı benim sevdiğim gibi sevmiyordu. Görüşü imkansızdı. Yanlıştı. Bir
şekilde kör olmuştu, imkansızlıkları görüyordu.
Yarım saniye bile geçmemişti. Bella yüzüme merakla ve isteğini kabul etmemi
bekleyerek bakıyordu. Yüzümden geçen korkuyu görmüş müydü, yoksa onun için
çok mu hızlıydı?
Alice’i ve kusurlu, yalancı görüşlerini iterek Bella’ya, bitmemiş konuşmamıza
odaklandım. Dikkatimi hak etmiyorlardı.
“Babana günü benimle geçirdiğini söylemek istemez misin?” diye sordum,
sesimden karanlık sızarak.
Daha uzağa göndermeye, kafamın içinde belirmelerini engellemeye çalışarak,
görüntüleri tekrar ittim.
“Charlie ile ne kadar az, o kadar iyi.” dedi Bella, bu durumdan emin olarak.
“Nereye gidiyoruz bu arada?”
Alice yanılıyordu. Tamamen yanılıyordu. Bunun ihtimali yoktu ve bu sadece
eski bir görüştü, artık geçersizdi. İşler değişmişti.
“Hava güzel olacak.” dedim yumuşakça, panik ve kararsızlıkla savaşırken.
Alice yanılıyordu. Bir şey duymamış ya da görmemiş gibi devam edecektim. “O
yüzden insanların arasında olmayacağım… ve eğer istersen sen de benimle
kalabilirsin.”
Bella hemen anladı ve gözleri istekle parladı. “Ve bana güneşle ilgili
kastettiğin şeyi mi göstereceksin?”
Belki, daha önce pek çok kere olduğu gibi, tepkisi beklediğimin tersi olurdu.
İhtimale gülümsedim ve ana geri dönmek için çabaladım. “Evet; ama…” Evet
dememişti. “Eğer benimle… yalnız kalmak istemezsen, yine de Seattle’a tek başına
gitmemeni tercih ederim. O kadar büyük bir şehirde başına alabileceğin belayı
düşününce ürperiyorum.”
Dudaklarını birbirine bastırdı; alınmıştı.
“Phoenix Seattle’dan üç kat daha büyük –sadece nüfus olarak. Fiziksel
büyüklükte-“
“Ama belli ki Phoenix’teyken başına bu kötü şans dadanmamıştı, dedim
savunmasını keserek. “O yüzden benimle kalmanı tercih ederim.”
Sonsuza kadar kalabilirdi; ama yeterince uzun olmazdı.
Böyle düşünmemeliydim. Sonsuza kadar vaktimiz yoktu. Geçen saniyeler
öncekinden çok daha fazla sayılıyordu; ben olduğum gibi kalırken, her saniye onu
değiştiriyordu.
“Seninle yalnız kalmanın benim için bir sakıncası yok.” dedi.
Hayır – çünkü içgüdüleri tersti.
“Biliyorum.” dedim iç çekerek. “Charlie’ye söylemelisin ama.”
“Niye böyle bir şey yapayım?” diye sordu dehşete düşmüş görünerek.
Ona baktım, tamamen bastırmayı başaramadığım görüntüler kafamın içinde
hastalıklı şekilde dönüyordu.
“Bana, seni geri getirmeme teşvik edici bir sebep vermek için.” diye tısladım.
Bana bu kadarını verebilirdi – beni dikkatli olmaya zorlayacak bir tanık.
Alice niye bu bilgiyi bana şimdi vermişti?
Bella sesli bir şekilde yutkundu ve uzun bir süre bana baktı. Ne görmüştü?
“Sanırım şansımı deneyeceğim.” dedi.
Öff! Hayatını riske atmaktan bir heyecan mı duyuyordu? Adrenaline bayılıyor
muydu?
Uyaran bakışlarla bana bakan Alice’e kaşlarımı çattım. Onun yanında, Rosalie
öfkeyle bakıyordu; ama çok da umurumda değildi. Arabayı mahvetsin, ne olacak?
Sadece bir oyuncaktı.
“Başka bir şey hakkında konuşalım.” diye önerdi Bella aniden.
Asıl önemli olana nasıl bu kadar kayıtsız olabileceğini merak ederek Bella’ya
baktım. Niye beni olduğum canavar olarak görmüyordu?
“Ne hakkında konuşmak istiyorsun?”
Gözleri kulak misafiri olabilecek biri olup olmadığını kontrol eder gibi önce
sağa, sonra sola kaydı. Mutlaka efsanelerle alakalı başka bir konu açacak olmalıydı.
Gözleri bir saniyeliğine dondu, vücudu dikeldi ve sonra tekrar bana baktı.
“Geçen hafta niye Keçi Kayalıkları’na gittiniz… avlanmak için? Charlie
yürümek için iyi bir yer olmadığını söyledi, ayılar yüzünden.”
Çok unutkan. Kaşımı kaldırarak ona baktım.
“Ayılar?” dedi soluğu kesilerek.
Yerleşmesini beklerken alayla güldüm. Bu beni ciddiye almasını sağlar mıydı?
Herhangi bir şey bunu sağlar mıydı?
İfadesini toparladı. “Biliyorsun, ayı avlama sezonunda değiliz.” dedi gözlerini
kısarak.
“Eğer dikkatle okursan, yasalar sadece silahlarla avlamayı yasaklıyor.”
Yüzündeki kontrolünü bir anlığına tekrar kaybetti. Dudakları açıldı.
“Ayılar?” dedi tekrar, bu sefer şok yerine tereddütle.
“Boz ayı Emmett’ın en sevdiği.”
Yerleşmesini izleyerek gözlerine baktım.
“Hmm” diye mırıldandı. Aşağı bakarak pizzadan bir ısırık daha aldı.
Düşünceli bir şekilde çiğnedi, sonra içeceğinden bir yudum aldı.
“O zaman,” dedi sonunda bana bakarak. “Senin en sevdiğin ne?”
Sanırım böyle bir şey beklemeliydim; ama beklemiyordum. Bella her zaman
ilginçti.
“Dağ aslanı.” dedim düşünmeden.
“Ah.” dedi sıradan bir tonla. Kalbi, sanki en sevdiğim restoranı söylemişim
gibi düzenli olarak atmaya devam etti.
İyi o zaman. Eğer alışılmadık bir şey yokmuş gibi davranmak istiyorsa…
“Tabii ki, mantıksızca avlanarak doğaya zarar vermemek için dikkatli olmak
zorundayız. Yırtıcı hayvanların fazla olduğu yerlere odaklanmaya çalışıyoruz.
Burada her zaman geyik var; ama eğlencesi nerede?”
Sanki ders veren bir öğretmenmişim gibi kibarca ilgili bir ifadeyle dinledi.
Gülmek zorunda kaldım.
“Gerçekten.” diye mırıldandı sakince, pizzadan başka bir ısırık alarak.
“Bahar başlangıcı Emmett’ın favori ayı sezonu.” dedim derse devam ederek.
“Kış uykusundan yeni çıkmış oluyorlar, o yüzden daha asabiler.”
Yetmiş yıl geçmişti ve hala ilk maçı kaybetmeyi atlatamamıştı.
“Asabi bir boz ayıdan daha eğlenceli bir şey olamaz.” diye katıldı Bella ciddi
bir şekilde.
Mantıksız sakinliğine kafamı sallarken kendimi gülmekten alıkoyamadım.
Abartı olmalıydı. “Şimdi gerçekten ne düşündüğünü söyle lütfen.”
“Resmetmeye çalışıyorum – ama yapamıyorum.” dedi, kaşlarının arasında bir
kıvrım belirerek. “Bir ayıyı silahsız nasıl avlayabiliyorsunuz?”
“Ah, silahlarımız var.” dedim ona ve genişçe gülümsedim. Ürkmesini
beklemiştim; ama beni hareketsizce izlemeye devam etti. “Sadece, yasaları
hazırlarken düşünmedikleri çeşitten. Eğer televizyonda bir ayının saldırısını
gördüysen, Emmett’i avlanırken hayal edebilirsin.”
Diğerlerinin oturduğu masaya baktı ve titredi.
Sonunda. Ancak sonra kendime gülmek zorunda kaldım, çünkü bir yanımın
kayıtsız kalmasını dilediğini biliyordum.
Şimdi bana bakarken koyu renk gözleri büyük ve derindi. “Sen de mi bir ayı
gibisin?” diye sordu neredeyse fısıldayarak.
“Daha çok aslan, öyle söylüyorlar.” dedim ona, sesimin normal çıkması için
çabalayarak. “Belki de tercihlerimiz belirliyordur.”
Dudakları köşelerinden yukarı doğru hafifçe kıvrıldı. “Belki de.” diye
tekrarladı ve sonra başını yana doğru eğdi, merak gözlerinde açıktı. “Bu ileride
görebileceğim bir şey mi?”
Dehşeti görmek için Alice’in görüntülerine ihtiyacım yoktu – hayal gücüm
yeterliydi.
“Kesinlikle hayır.” dedim öfkeyle.
Benden geri çekildi, gözleri sersemlemiş ve korkmuştu.
Ben de aramıza mesafe koymak isteyerek geri çekildim. Hiçbir zaman
görmeyecekti değil mi? Onu hayatta tutmama yardım edecek hiçbir şey
yapmayacaktı.
“Benim için çok mu korkutucu?” diye sordu, sesi düzdü; ama kalbi hala iki
kat hızla atıyordu.
“Eğer durum bu olsaydı seni bu gece götürürdüm.” dedim dişlerimin
arasından. “Sağlıklı bir doz korkuya ihtiyacın var. Senin için daha iyi bir şey
olamaz.”
“O zaman niye?” diye sordu azimle.
Korkmasını bekleyerek ona öfkeyle baktım. Ben korkmuştum. Bella’nın
yakınındayken avlanırsam olacakları çok net resmedebiliyordum.
Gözleri merakla bakmaya devam etti, sabırsızdı; ama başka bir şey yoktu.
Cevabımı bekledi, vazgeçmedi.
Ama saatimiz bitmişti.
“Sonra,” dedim de ayağa kalktım. “Geç kalacağız.”
Şaşkınlıkla etrafına baktı, sanki öğle yemeğinde olduğumuzu unutmuş gibi.
Sanki okulda olduğumuzu bile unutmuş gibi – özel bir yerde yalnız olmadığımıza
şaşırmış gibi. Bu duyguyu tamamen anlıyordum. Onunlayken dünyanın kalanını
hatırlamak zordu.
Hızla kalktı ve çantasını omzuna attı.
“Sonra o zaman.” dedi ve ağzının şeklinde kararlılığı görebildim, bunu
unutmayacaktı.