GECE YARISI GÜNEŞİ

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
GECE YARISI GÜNEŞİ

yok


    GECE YARISI GÜNEŞİ (DAVET) 5.BÖLÜM

    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 13
    Kayıt tarihi : 31/01/10
    Nerden : ANKARA

    GECE YARISI GÜNEŞİ (DAVET) 5.BÖLÜM Empty GECE YARISI GÜNEŞİ (DAVET) 5.BÖLÜM

    Mesaj  Admin Ptsi Şub. 01, 2010 9:56 am

    DAVET
    Lise. Artık Araf değildi, şimdi tamamen cehennemdi. İşkence ve ateş… evet ikisi de
    vardı.
    Artık her şeyi doğru yapıyordum. Her ‘i’ noktalı, her ‘t’ çizgili. Kimse
    sorumluluklarımdan kaytardığımdan şikayet edemezdi.
    Esme’yi memnun etmek ve diğerlerini korumak için Forks’ta kaldım. Eski
    çizelgeleme döndüm. Kalanından daha fazla avlanmadım. Her gün, liseye gittim ve
    insanı oynadım. Her gün, Cullen’larla ilgili yeni bir şey olup olmadığını kontrol
    etmek için dikkatle dinledim – hiçbir şey yoktu. Kız şüpheleriyle ilgili tek kelime
    etmemişti. Sadece istekli dinleyicileri sıkılıp daha fazla ayrıntı için sorular sormayı
    kesene kadar aynı hikayeyi tekrarlayıp durmuştu – onun yanında duruyordum ve
    onu yoldan çekmiştim. Tehlike yoktu. Acele davranışım nedeniyle kimse
    incinmemişti.
    Benden başka kimse.
    Geleceği değiştirmeye kararlıydım. Birini sınamak için en kolay görev değildi;
    ama birlikte yaşayabileceğim başka bir seçenek yoktu.
    Alice kızdan uzak duracak kadar güçlü olamayacağımı söylemişti. Ona
    yanıldığını kanıtlayacaktım.
    İlk günün en zoru olacağını düşünmüştüm. Sonuna doğru, durumun bu
    olduğundan emindim; ama yanılıyordum.
    Kızı inciteceğimi bilmek beni için için yakıyordu. Kendimi, acısının
    benimkiyle karşılaştırıldığında bir iğne batmasından fazla olmayacağı gerçeğiyle
    rahatlatıyordum. Bella insandı ve benim başka bir şey, yanlış bir şey, korkunç bir şey
    olduğumu biliyordu. Muhtemelen ona sırtımı dönüp, yokmuş gibi davrandığımda
    yaralanmak yerine rahatlardı.
    “Merhaba Edward.” diye selamladı beni ilk gün Biyolojide. Sesi hoş ve
    arkadaş canlısıydı, onunla son konuştuğum zamanki halinden yüz seksen derece
    dönüktü.
    Niye? Bu değişiklik ne anlama geliyordu? Unutmuş muydu? Hepsini hayal
    ettiğine mi karar vermişti? Gerçekten sözümü tutmamamı affetmiş olabilir miydi?
    Bu sorular her nefes alışımda bana saldıran susuzluk gibi yaktı.
    Sadece bir an gözlerine baksam, sadece cevapları orada okuyup
    okuyamayacağımı görsem…
    Hayır. Eğer geleceği değiştireceksem, kendime bunun için bile izin
    veremezdim.
    Odanın önünden gözlerimi ayırmadan çenemi ona doğru çevirdim. Bir kere
    başımı eğdim ve sonra yüzümü direkt öne çevirdim.
    Bir daha benimle konuşmadı.
    O öğleden sonra, okul bittiği, rolüm oynandığı anda önceki gün yaptığım gibi
    Seattle’a koştum. Yerin üzerinde uçar, etrafımdaki her şey yeşil bir bulanıklığa
    dönüşürken acıyla başa çıkmak biraz daha kolay gibi geliyordu.
    Bu koşu günlük alışkanlığım haline geldi.
    Onu seviyor muydum? Sanmıyordum. Henüz değil. Alice'in o gelecekle ilgili
    görüşlerine takılmıştım ama, ve Bella'yla aşka düşmenin ne kadar kolay olacağını
    görebiliyordum. Tıpkı düşmek gibi olacaktı: zahmetsiz. Kendime ona aşık olma izni
    vermemek ise düşmenin tam tersiydi – ellerimle kendimi uçurumun yüzünde
    tutmaktı, bu görev bir ölümlü gücünden fazlasına sahip değilmişim gibi perişan
    ediciydi.
    Bir aydan uzun süre geçti ve her gün zorlaştı. Bu mantıklı değildi – atlatmayı
    bekliyordum, kolaylaşmasını. Alice’in kızdan uzak duramayacağımı söylerken
    kastettiği bu olmalıydı. Acının artışını görmüştü; ama ben acıyla başa çıkabilirdim.
    Bella’nın geleceğini yok etmeyecektim. Eğer kaderimde onu sevmek varsa,
    yapabileceğim en iyi şey ondan uzak durmak değil miydi?
    Uzak durmak katlanabileceğimin limitindeydi ama. Görmezden geliyormuş
    gibi davranıp ona hiç bakmayabilirdim. Beni hiç ilgilendirmiyormuş gibi
    davranabilirdim; ama bu dış görünüşteydi, sadece roldü ve gerçek değildi.
    Hala aldığı her nefese, söylediği her söze bağlıydım.
    İşkencelerimi dört kategoriye ayırmıştım.
    İlk ikisi tanıdıktı. Kokusu ve sessizliği. Ya da daha doğrusu – sorumluluğu ait
    olduğu yere, kendime alırsam – susuzluğum ve merakım.
    Susuzluk işkencelerimin en başlıcasıydı. Artık Biyoloji’de nefes almamak
    alışkanlık olmuştu. Tabii ki, her zaman istisnalar oluyordu – bir soru cevaplamak
    zorunda kaldığımda konuşmak için nefes almaya ihtiyacım oluyordu. Kızın
    çevresindeki havayı tattığım her sefer, ilk günle aynıydı – ateş ve ihtiyaç ve dışarı
    çıkmak için çaresiz olan zalim şiddet. Tıpkı ilk günüm gibi, içimdeki canavar
    kükrüyordu, yüzeye çok yakındı…
    Merak, işkencelerimin en daimi olanıydı. “Ãu anda ne düşünüyor?” sorusu
    aklımdan hiç çıkmıyordu. Sessizce içini çektiğini duyduğumda, parmaklarıyla
    saçındaki bir bukleyi büktüğünde, kitaplarını masaya her zamankinden daha sert
    attığında, sınıfa geç kaldığında, ayaklarını yerde sabırsızca vurduğunda… Çevresel
    görüşümde yakaladığım her hareketi çileden çıkarıcı birer gizemdi. Diğer insan
    öğrencilerle konuştuğunda, her kelimesini ve tonunu analiz ediyordum.
    Düşüncelerini mi söylüyordu? Genelde dinleyicisinin beklediğini söylüyor gibi
    geliyordu ve bu bana ailemi, bizim aldatıcı günlük yaşamımızı hatırlatıyordu –
    bunda ondan daha iyiydik. Eğer yanılmıyor, sadece hayal etmiyorsam. Neden rol
    yapmak zorunda olsundu ki? Onlardan biriydi – genç bir insan.
    Mike Newton, işkencelerimin en şaşırtıcı olanıydı. Kim böyle genel, sıkıcı bir
    ölümlünün bu kadar sinir bozucu olabileceğini hayal ederdi ki? Adil olmak
    gerekirse, bu rahatsız edici çocuğa şükran duymalıydım; kızı diğerlerinden daha
    fazla konuşturduğu için. Bu diyaloglar sırasında onun hakkında çok şey
    öğrenmiştim – hala listemi derliyordum – ama aksine, Mike’ın bu projedeki yardımı
    beni sadece daha çok kızdırıyordu. Mike’ın onun sırlarının kilitlerini açan kişi
    olmasını istemiyordum. Bunu ben yapmak istiyordum.
    Açığa çıkardığı küçük şeyleri hiç fark etmemesi yardımcı oluyordu. Onun
    hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Kafasında aslında var olmayan bir Bella yaratmıştı –
    kendisi kadar genel bir kız. Onu diğer insanlardan ayıran cesaretini ve fedakarlığını
    görmemişti, ona söylediği düşüncelerindeki olağandışı olgunluğu duymamıştı.
    Annesi hakkında konuştuğunda, çocuğu hakkında konuşan bir ebeveyn gibi
    gözüktüğünü algılamamıştı – sevgi dolu, hoşgörülü, belli belirsiz eğlenmiş ve
    kuvvetli bir şekilde koruyucu. Saçma sapan hikayeleriyle ilgileniyormuş gibi
    yaparken sesindeki sabrı duymamıştı ve bu sabrın altındaki iyiliği tahmin
    edememişti.
    Mike ile olan diyaloglarından, listeme en önemli özelliğini ekleyebilmiştim, en
    önemli olanı ve nadir olduğu kadar basit de olanı. Bella iyiydi. Listeye eklediğim
    bütün o özelliklerin yanında – nezaketi ve fedakarlığı ve özverisi ve şefkati ve
    cesareti gibi – baştan aşağı iyiydi.
    Bu yardımcı keşifler beni o çocuğa ısıtmıyordu ama. Bella’yı sahiplenişi –
    sanki kazanılacak bir eşyaymış gibi – beni onunla ilgili kaba fantezileri kadar
    sinirlendiriyordu. Zaman geçtikçe kendine daha da güveniyordu, Bella rakiplerine
    karşı – Tyler Crowley, Eric Yorkie ve arada sırada ben – onu seçmiş gibi gözüktüğü
    için. Alışkanlık olarak ders başlamadan önce her zaman sıramıza oturup onunla
    konuşuyor, gülümsemeleriyle cesaretleniyordu. Sadece nazik gülümsemeler, dedim
    kendi kendime. Yine de, sık sık elimin tersiyle onu odanın diğer ucuna, uzak duvara
    fırlatışımı hayal ederek eğleniyordum… Bu muhtemelen onu ölümcül derece
    yaralamazdı…
    Mike beni genelde rakip olarak düşünmüyordu. Kazadan sonra, Bella ve
    benim paylaştığımız deneyim nedeniyle birbirimize bağlanacağımızdan
    endişelenmişti; ama açıktı ki, tam tersi olmuştu. Ondan önce, hala Bella’ya diğer
    öğrencilerden daha çok ilgi gösterdiğim için rahatsızdı; ama şimdi onu da diğerleri
    gibi görmezden geliyordum ve Mike halinden gittikçe daha çok memnun kalıyordu.
    Ãimdi ne düşünüyordu? Onun ilgisini hoş karşılıyor muydu?
    Ve son olarak, işkencelerimin sonuncusu, en acı verici olanı: Bella’nın
    kayıtsızlığı. Benim onu görmezden geldiğim gibi, o da beni görmezden geliyordu.
    Benimle konuşmayı bir daha asla denemedi. Bildiğim kadarıyla, beni bir daha asla
    düşünmedi.
    Beni beni delirtebilirdi – ya da geleceği değiştirmek için olan çözümümü
    bozmama yol açabilirdi – eğer bana bazen eskisi gibi bakıyor olmasaydı. Bunu
    kendim göremiyordum, ona bakmak için kendime izin veremiyordum; ama Alice o
    bakmak üzereyken bizi uyarıyordu; diğerleri hala kızın sorun çıkarabilecek
    bilgilerinden endişeliydi.
    Bana arada sırada uzaktan bakıyor oluşu, acımı biraz hafifletiyordu. Tabii,
    sadece ne tür bir ucube olduğumu merak ediyor da olabilirdi.
    “Bella bir dakika içinde Edward’a bakacak. Normal görünün.” dedi Alice mart
    ayında bir Salı günü.
    Bana ne kadar sık baktığına dikkat ediyordum. Zaman geçtikçe bu sıklığın
    azalmaması, etmemesi gerekmesine rağmen, beni memnun ediyordu. Ne anlama
    geldiğini bilmiyordum; ama daha iyi hissetmemi sağlıyordu.
    Alice iç çekti. Keşke…
    “Bu işten uzak dur Alice.” dedim. “Böyle bir şey olmayacak.”
    Suratını astı. Alice öngördüğü, Bella ile olan arkadaşlığı için heyecanlıydı.
    Garip bir şekilde, tanımadığı bir kızı özlüyordu.
    İtiraf etmeliyim, düşündüğümden daha iyisin. Geleceği yine karmaşık, mantıksız bir
    hale getirdin. Umarım mutlusundur.
    “Bana gayet mantıklı geliyor.”
    Homurdandı.
    Sesini kesmeye çalıştım. Pek iyi bir ruh halinde değildim – onlara
    gösterdiğimden daha gergindim. Sadece Jasper ne kadar incindiğimin farkındaydı,
    ekstra yeteneğiyle yaşadığım stresi hissedebiliyordu. Bu duyguların altındaki
    sebepleri anlamıyordu gerçi ve – son zamanlarda daima kötü durumda olduğum için
    – önemsemiyordu.
    Bugün zor olacaktı. Önceki günden daha zor.
    Mike Newton, beni rakip olarak görmesine izin vermediğim iğrenç çocuk,
    Bella’ya çıkma teklif edecekti.
    Kızların teklif ettiği dans en yakın ufuktu ve Bella’nın ona sormasını
    umuyordu, ki sormamıştı ve bu onun güvenini kırmıştı. Ãimdi rahatsız bir
    durumdaydı – onun rahatsızlığından, almam gerekenden çok daha fazla keyif aldım
    – çünkü Jessica Stanley ona dansa beraber gitmeyi teklif etmişti. “Evet” demek
    istememişti, hala Bella’nın ona soracağını ümit ediyordu(ve rakiplerine karşı
    kazandığını kanıtlayacağını); ama “hayır” da deyip dansa gitme şansını tamamen
    kaybetmek de istememişti. Jessica onun tereddüdünden incinmişti. Sebebin Bella
    olduğunu düşünüyordu ve ona öfkeliydi. Yine, Jessica’nın kızgın düşünceleri ile
    Bella’nın arasına kendimi atma içgüdüsünü hissettim. Ãimdi daha iyi anlıyordum;
    ama bu, harekete geçemeyince sadece durumu daha da sinir bozucu hale
    getiriyordu.
    Duruma bak! Daha önce aşağıladığım, önemsiz lise dramlarına takmıştım.
    Mike Bella’yla Biyoloji’ye yürürken cesaretini toplamaya çalışıyordu.
    Gelmelerini beklerken çabalarını dinledim. Çocuk acizdi. Hayranlığını o kendini
    tercih etmeden önce göstermeye korkup, teklif beklemişti. Reddedilmeye açık hale
    gelmek istememiş, ilk adımı onun atmasını beklemişti.
    Ödlek.
    Yakınlığıyla rahat bir şekilde tekrar masamıza oturdu ve ben vücudu
    karşıdaki duvara kemiklerinin çoğu kırılacak şekilde çarptığında çıkacak sesi hayal
    ettim.
    “Şeyy” dedi kıza, gözleri yerdeyken. “Jessica bana bahar dansına beraber
    gitmeyi teklif etti.”
    “Bu harika.” dedi Bella anında hevesle. Ses tonu Mike’ı çökertirken
    gülümsememek çok zordu. Mike onun üzülmesini ummuştu. “Jessica’yla çok
    eğleneceksiniz.”
    Doğru cevap için güçlük çekti. “Ee…” tereddüt etti ve neredeyse korktu.
    Sonra toparlandı. “Ona düşünmem gerektiğini söyledim.”
    “Niye böyle bir şey yapasın ki?” diye sordu. Sesi onaylamaz bir tondaydı; ama
    hafif bir rahatlama da vardı.
    Bu ne demekti? Beklenmedik bir öfke ellerimi yumruk yapmama neden oldu.
    Mike rahatlığı duymuş gibi gözükmüyordu. Yüzü kanla kırmızıydı – aniden
    hissettiğim öfkeyle, bu bir davet gibi gözüktü – ve konuşurken yine yere baktı.
    “Merak ediyordum da… acaba sen… belki bana sormayı düşünüyorsundur?”
    Bella durakladı.
    Durakladığı anda, Alice’in hiç görmediği netlikte geleceği gördüm.
    Kız Mike’ın sorusuna şimdi evet diyebilirdi ya da demeyebilirdi; ama her
    halükarda, yakın bir zamanda birine evet diyecekti. Güzel ve ilgi çekiciydi ve insan
    erkekler bu gerçeğin farkındaydı. Bu kalabalıktan birini seçse de, Forks’tan ayrılana
    kadar beklese de, o gün gelecekti ve evet diyecekti.
    Daha önceki gibi onun hayatını gördüm – üniversite, kariyer… aşk, evlilik.
    Onu yine babasının kolunda, beyazlar içinde, yüzü mutluluktan kızararak,
    Wagner’ın marşı eşliğinde yürürken gördüm.
    Acı, daha önce hissettiğim her şeyden daha fazlaydı. Bir insan bu acıyı
    hissetmek için ölüm eşiğinde olmalıydı – bir insan bundan sağ kurtulamazdı.
    Ve sadece acı değil, düpedüz hiddet.
    Bu önemsiz, hak etmeyen çocuk, Bella’nın evet diyeceği kişi olmayabilecekse
    de, kafatasını ellerimle parçalamayı arzuladım, o kişi kim olursa, yaşanacakların bir
    temsili olarak.
    Bu duyguyu anlayamadım – acı ve hiddet ve arzu ve umutsuzluğun bir
    karışımıydı.
    Daha önce hiç böyle hissetmemiştim; bir isim koyamıyordum.
    “Mike, bence ona evet demelisin.” dedi Bella nazik bir sesle.
    Mike’ın umutları kırıldı. Başka şartlar altında keyif alabilirdim; ama acının
    şokuyla kendimi kaybetmiştim – ve bu acı ile hiddettin bana ne yaptığının
    pişmanlığıyla.
    Alice haklıydı. Yeterince güçlü değildim.
    Şu anda, geleceğin dönüp değişmesini, tekrar bozulmasını izliyor olmalıydı.
    Memnun olur muydu?
    “Birine mi sordun?” dedi Mike aksi bir şekilde. Haftalardır ilk defa şüpheyle
    bana baktı. İlgime ihanet ettiğimi fark ettim; başım Bella’ya doğru eğilmişti.
    Düşüncelerindeki vahşi haset – kızın ona tercih ettiği her kimse ona hissettiği
    haset – aniden isimsiz duygularıma ad verdi.
    Kıskanıyordum.
    “Hayır.” dedi kız sesinde alttan alıcı bir tonla. “Dansa gitmeyeceğim.”
    Bütün o pişmanlık ve öfkeye rağmen, bu kelimeleriyle rahatladım. Birdenbire
    kendi rakiplerimi düşünüyordum.
    “Niye?” diye sordu Mike sesi neredeyse kaba bir şekilde. Onunla konuşurken
    bu tonu kullanması beni kızdırdı. Bir hırlamayı geri yuttum.
    “O cumartesi Seattle’a gidiyorum.” diye cevapladı.
    Merak daha önce olacağı kadar şiddetli değildi – artık her şeyin cevabını
    bulmaya niyetliydim. Nerede ve neden sorularına cevapları yeterince kısa zamanda
    bulacaktım.
    Mike’ın tonu rahatsız edici derecede yaltakçı hale geldi. “Başka bir hafta sonu
    gidemez misin?”
    “Kusura bakma, hayır.” Bella’nın sesi şimdi sertti. “O yüzden Jess’i daha fazla
    bekletmemelisin – bu kabalık olur.”
    Jessica’nın duygularına olan alakası kıskançlığımı alevlendirdi. Bu Seattle
    yolculuğu belli ki hayır demek için bir bahaneydi – arkadaşına olan sadakati için mi
    reddetmişti? Bunun için gerekenden fazla özveriliydi. Gerçekten evet diyebilecek
    olmayı diler miydi? Ya da her iki tahmin de yanlış mıydı? Başka biriyle mi
    ilgileniyordu?
    “Evet, haklısın.” diye mırıldandı Mike. O kadar morali bozuldu ki neredeyse
    ona acıyacaktım. Neredeyse.
    Gözlerini kızdan uzaklaştırdı, düşüncelerinde onun yüzünü görmemi
    engelledi.
    Buna tolerans göstermeyecektim.
    Bir aydan uzun zamandır ilk defa yüzünü kendim okuyabilmek için ona
    döndüm. Kendime bunun için izin vermek büyük bir rahatlıktı, uzun süredir su
    altında olan insan akciğerlerinin nefes alışı gibi.
    Gözleri kapalıydı ve elleri yüzünün iki yanındaydı. Omuzları savunma amaçlı
    içe doğru dönmüştü. Başını, zihninden bazı düşünceleri itmek istiyormuşçasına çok
    hafifçe salladı.
    Sinir bozucu. Büyüleyici.
    Bay Banner’ın sesi onu dalgınlığından çıkardı ve gözleri yavaşça açıldı.
    Muhtemelen bakışımı hissederek, gözlerime, uzun süredir aklımdan çıkmayan o
    sersemlemiş ifadeyle baktı.
    O saniyede suçluluk, pişmanlık ya da hiddet hissetmedim. Geri geleceklerini
    ve kısa zaman içinde geri geleceklerini biliyordum; ama o anda garip, şiddetli bir
    sarhoşluk hissettim, sanki kaybetmekten ziyade, zafer kazanmış gibi.
    Berrak kahverengi gözlerinden düşüncelerini okumaya çalışırken, ona
    uygunsuz bir şiddetle bakmama rağmen, gözlerini kaçırmadı. Cevaplardan çok,
    sorularla dolulardı.
    Kendi gözlerimin yansımasını ve susuzluktan simsiyah olduklarını da
    görebiliyordum. Son avlanmamdan beri neredeyse iki hafta olmuştu; bu irademin
    yıkılması için en güvenli gün değildi; ama siyahlık onu korkutmuş gibi
    gözükmüyordu. Hala gözlerini kaçırmıyordu ve yumuşak, mahvedici derecede
    çekici bir pembe tenini renklendirmeye başladı.
    Şimdi ne düşünüyordu?
    Neredeyse soruyu sesli soracaktım; fakat o anda Bay Banner bana seslendi.
    Onun tarafına doğru kısa bir bakış atıp, aklından cevabı okudum.
    Hızlı bir soluk aldım. “Krebs Döngüsü.”
    Susuzluk boğazımı yaktı – kaslarımı gerginleştirip, ağzımı zehirle doldurdu –
    ve gözlerimi kapayıp içimde büyüyen, kanına duyduğum arzuya karşı odaklanmaya
    çalıştım.
    Canavar öncekinden güçlüydü. Canavar keyifliydi. Kendisine şiddetle
    arzuladığı şey için eşit şans veren geleceği benimsedi. Dağılan irademle – o kadar şey
    arasında genel kıskançlıkla yok olan – üçüncü, titrek geleceği inşa etmeye çalışıyordu
    ve amacına çok daha yakındı.
    Pişmanlık ve suçluluk, susuzlukla beraber yaktı ve eğer gözyaşı
    üretebilseydim, o anda gözlerimi doldurmuş olurlardı.
    Ne yapmıştım?
    Savaşın çoktan kaybedildiğini bildiğime göre, istediğim şeye direnmenin bir
    sebebi yoktu; döndüm ve tekrar kıza gözlerimi diktim.
    Saçının arkasına saklanmıştı; ama aralardan yanaklarının koyu kırmızı
    olduğunu görebiliyordum.
    Canavar bundan hoşlandı.
    Bakışımla tekrar buluşmadı; fakat koyu saçının bir buklesini parmaklarıyla
    gergin bir biçimde büktü. İnce parmaklarıyla, kırılgan bileğiyle – çok narinlerdi,
    sanki sadece nefesim onları kırabilirmiş gibi.
    Hayır, hayır, hayır. Bunu yapamazdım. O çok narindi, çok iyiydi, bu kaderi
    hak etmek için çok değerliydi. Hayatımın onunkiyle çatışıp, onu yok etmesine izin
    veremezdim.
    Ama ondan uzak da duramazdım. Alice bu konuda haklıydı.
    Ben tereddüt ederken içimdeki canavar sinirle tısladı.
    Bir saat çok çabuk geçti. Zil çaldığında bana bakmadan eşyalarını toplamaya
    başladı. Bu beni hayal kırıklığına uğrattı; ama başka türlüsünü bekleyemezdim.
    Kazadan beri ona olan davranışlarım affedilemezdi.
    “Bella?” dedim kendimi durduramayarak. İradem çoktan toz halindeydi.
    Bana bakmadan önce durakladı; döndüğünde ifadesi ihtiyatlı, güvensizdi.
    Güvenmemesi için her türlü hakkı olduğunu hatırlattım kendime.
    Güvenmemesi gerektiğini.
    Devam etmemi bekledi; ama sadece yüzünü okuyarak onu izledim.
    Susuzluğumla savaşarak sıradan aralıklarla sığ nefesler aldım.
    “Ne?” dedi sonunda. “Benimle tekrar mı konuşuyorsun?” Sesindeki
    dargınlığı, siniri gibi, sevimliydi. Gülümsemek istememe neden oldu.
    Sorusuna nasıl cevap vereceğimden emin değildim. Onunla konuşuyor
    muydum, kastettiği şekilde?
    Hayır. Eğer başarabilirsem hayır. Başarabilmeyi deneyecektim.
    “Hayır, tam olarak değil.” dedim ona.
    Gözlerini kapadı, bu beni rahatsız etti. Duygularına ulaşmamın en iyi yolunu
    kesmişti. Onları açmadan uzun, yavaş bir nefes aldı. Çenesi kenetliydi.
    Hala gözleri kapalıyken, konuştu. Bu diyalog kurmak için normal bir insan
    yolu değildi. Niye böyle yapmıştı?
    “O zaman ne istiyorsun Edward?”
    Dudaklarındaki ismimin sesi, vücuduma değişik şeyler yaptı. Eğer kalp atışım
    olsaydı, hızlanırdı.
    Ama ona nasıl cevap verecektim?
    Gerçeği söylemeye karar verdim. Bundan sonra ona karşı mümkün olduğunca
    dürüst olacaktım. Güvensizliğini hak etmek istemiyordum, güvenini kazanmak
    imkansız olsa bile.
    “Özür dilerim,” dedim ona. Bu bilebileceğinden daha doğruydu. Maalesef,
    tehlikesizce sadece özür dileyebilirdim. “Çok kaba davranıyorum, biliyorum; ama
    böylesi daha iyi, gerçekten.”
    Eğer bunu sürdürebilir, kaba olmaya devam edebilirsem onun için daha iyi
    olacaktı. Yapabilir miydim?
    Gözleri açıldı, ifadesi hala ihtiyatlıydı.
    “Neden bahsettiğini anlamıyorum.”
    Onu iznim olduğu kadar uyarmaya çalıştım. “Eğer arkadaş olmazsak daha
    iyi.” Şüphesiz, bu kadarını hissedebilirdi. Zeki bir kızdı. “Bana güven.”
    Gözleri kısıldı ve bu kelimeleri ona daha önce söylediğimi hatırladım – tam da
    bir sözü bozmadan önce. Dişlerini birbirine kenetlediğinde irkildim – belli ki o da
    hatırlamıştı.
    “Bunu daha önce anlayamamış olman çok kötü.” dedi sinirle. “Kendini bütün
    bu pişmanlıktan kurtarabilirdin.”
    Ona şok içinde baktım. Pişmanlıklarımla ilgili ne biliyordu?
    “Pişmanlık mı? Neyin pişmanlığı?”
    “O aptal minibüsün beni ezmesine izin vermemenin pişmanlığı!” diye çıkıştı.
    Afallayıp donakaldım.
    Bunu nasıl düşünüyor olabilirdi? Hayatını kurtarmak onunla tanıştığımdan
    beri yaptığım, kabul edilebilir tek şeydi. Utanmadığım tek şey. Var olduğum için
    beni sevindiren tek şey. Kokusunu yakaladığımdan beri onu hayatta tutmak için
    savaşıyordum. Bunu nasıl düşünebilirdi? Bütün bu karmaşa içinde yaptığım tek iyi
    şeyi sorgulamaya nasıl kalkışabilirdi?
    “Hayatını kurtardığım için pişman olduğumu mu sanıyorsun?”
    “Olduğunu biliyorum.”
    Amaçlarımı değerlendirişi beni öfkelendirdi. “Hiçbir şey bilmiyorsun.”
    Zihninin çalışması ne kadar kafa karıştırıcı ve anlaşılmazdı! Diğer insanlar
    gibi düşünmüyor olmalıydı. İç sessizliğinin sebebi bu olmalıydı. Tamamen farklıydı.
    Dişlerini gıcırdatarak yüzünü çevirdi. Yanakları bu sefer öfkeyle kızarmıştı.
    Kitaplarını sertçe topladı, kollarına aldı ve bakışımla buluşmadan kapıdan dışarı
    yöneldi.
    Sinirli olsam da, öfkesini biraz eğlendirici bulmamak imkansızdı.
    Nereye gittiğine bakmadan katı şekilde yürüdü ve ayağı kapının eşiğine
    takıldı. Sendeledi, elindekiler yere düştü. Onları almaya eğilmek yerine aşağı bile
    bakmadan dimdik durdu, sanki toplanmaya değip değmediklerinden emin değilmiş
    gibi.
    Gülmemeyi başarabildim.
    Beni izleyen kimse yoktu; onun yanına uçtum, bakmadan önce kitaplarını
    topladım.
    Eğildiğinde beni gördü ve donakaldı. Kitaplarını, buz tenimin onunkine
    değmemesine dikkat ederek ona uzattım.
    “Teşekkürler.” dedi soğuk, sert bir sesle.
    Tonu rahatsızlığımı geri getirdi.
    “Bir şey değil.” dedim aynı soğuklukla.
    Kalktı ve ayaklarını vurarak bir sonraki sınıfına ilerledi.
    Sinirli figürünü gözden kaybolana kadar izledim.
    İspanyolca bir bulanıklık içinde geçti. Bayan Goff dalgınlığımı hiç
    sorgulamadı – benim İspanyolcamın onunkinden iyi olduğunu biliyordu ve bana
    rahatlık tanıdı – düşünmek için beni özgür bıraktı.
    Yani, kızı görmezden gelemezdim. Çok açıktı; ama bu onu yok etmekten
    başka hiçbir şansım olmadığı anlamına mı geliyordu? Tek mümkün gelecek bu
    olamazdı. Başka bir seçenek olmak zorundaydı, narin bir denge. Bir yol
    düşünmeliydim…
    Saat neredeyse bitene kadar Emmett’a dikkat etmemiştim. Meraklıydı –
    Emmett karşısındakilerin ruh hallerine karşı pek hassas değildi; ama bendeki açık
    değişikliği görebiliyordu. Yüzümden hiç gevşemeyen öfkeli bakışı neyin kaldırdığını
    merak ediyordu. Değişikliği tanımlamak için çabaladı ve sonunda umutlu
    göründüğüme karar verdi.
    Umutlu? Dışarıdan böyle mi görünüyordum?
    Volvo’ma yürürken umut üzerine düşündüm, tam olarak ne için umutlanmam
    gerektiğini merak ettim.
    Ama düşünmek için çok vaktim olmadı. Kızla ilgili düşüncelere çok hassas
    olduğum için, benim… benim rakiplerimin – sanırım itiraf etmeliydim –
    kafalarındaki Bella’nın ismi dikkatimi çekti. Eric ve Tyler, Mike’ın başarısızlığını –
    büyük bir tatminle – duymuşlardı ve kendi hamlelerini yapmaya hazırlanıyorlardı.
    Eric şimdiden Bella’nın ondan kaçamayacağı yerindeydi, kamyonetinin
    yanında bekliyordu. Tyler’ın sınıfı bir ödev teslimi için geç bırakılmıştı ve Bella’yı
    kaçmadan önce yakalamak için çaresiz bir acele içindeydi.
    Bunu görmek zorundaydım.
    “Diğerlerini burada bekle, tamam mı?” diye mırıldandım Emmett’a.
    Beni şüpheyle süzdü; ama sonra omuzlarını silkip başını salladı.
    Çocuk aklını yitirdi, diye düşündü, garip isteğimle eğlenerek.
    Bella’nın spor salonundan çıktığını gördüm, beni göremeyeceği bir yerde
    bekledim. Eric’in pusuda beklediği kamyonetine yaklaştığında ileri yürüdüm,
    adımlarımı doğru anda geçmek için ayarladım.
    Onu bekleyen oğlanı gördüğünde vücudunun katılaştığını gördüm. Bir an
    donakaldı, sonra rahatladı ve ilerledi.
    “Selam Eric.” diye seslendiğini duydum dostça bir sesle.
    Birdenbire ve beklenmedik şekilde gerildim. Ya sağlıksız bir cilde sahip bu
    uzun çocuk ona bir şekilde hoş geliyorsa?
    Eric yüksek sesle yutkundu. “Selam Bella.”
    Oğlanın gerginliğinin farkında değil gibi görünüyordu.
    “N’aber?” diye sordu Bella, karşısındakinin korkmuş yüz ifadesine bakmadan
    kamyonetinin kilidini açarak.
    “Iı, sadece acaba… benimle bahar dansına gelmek ister misin?” Sesi çatladı.
    Sonunda yukarı baktı. Ãaşırmış mıydı yoksa memnun mu kalmıştı? Eric onun
    bakışıyla buluşamadı, o yüzden yüzünü zihninde göremedim.
    “Kızların teklif ettiğini sanıyordum.” dedi.
    “Evet.” diye katıldı perişan halde.
    Bu zavallı çocuk beni Mike Newton kadar sinirlendirmedi; ama Bella nazik bir
    sesle cevap verene kadar ona acıyamadım.
    “Sorduğun için teşekkürler; ama o gün Seattle’da olacağım.”
    “Ah,” diye mırıldandı zorlukla gözlerini onun burun hizasına kaldırarak.
    “Belki bir dahaki sefere.”
    “Tabii.” diye katıldı. Sonra sanki açık kapı bırakmaktan pişman olmuş gibi
    dudağını ısırdı. Bundan hoşlandım.
    Eric öne doğru çöktü ve uzaklaştı. Yanlış yöne gidiyordu. Tek düşüncesi
    kaçmaktı.
    Tam o anda yanından geçtim ve rahatlıkla iç çektiğini duydum. Güldüm.
    Sese doğru döndü; ama ben direkt önüme bakıp dudaklarımın keyifle
    kıvrılmasını engellemeye çalıştım.
    Tyler arkamdaydı, Bella uzaklaşmadan önce onu yakalayabilmek için
    neredeyse koşuyordu. Diğerlerinden daha cesur ve kendine güvenliydi; Bella’ya
    yaklaşmak için bu kadar uzun beklemesinin tek sebebi Mike’ın öncelik hakkına saygı
    duymasıydı.
    Onu yakalamada başarılı olmasını iki sebepten istiyordum. Eğer –
    şüphelendiğim gibi – bütün bu ilgi Bella’yı rahatsız ediyorsa, tepkisini izleyerek
    eğlenmek istiyordum; ama eğer değilse – eğer Tyler’ın davetini ümit ediyorsa– bunu
    da bilmek istiyordum.
    Tyler Crowley’yi rakip olarak görüyordum, bunun yanlış bir şey olduğunu
    bile bile. Bana tamamen sıradan görünüyordu; ama Bella’nın tercihleriyle ilgili ne
    biliyordum ki? Belki de sıradan erkeklerden hoşlanıyordu…
    Bu düşünceden ürktüm. Asla sıradan bir erkek olamazdım. Kendimi onunla
    ilgilenenlere rakip olarak görmek çok aptalcaydı. Her bakış açısından bir canavar
    olan birinden nasıl hoşlanabilirdi ki?
    Bir canavar için çok iyiydi.
    Kaçmasına izin vermeliydim; ama bağışlanamaz merakım beni doğru olanı
    yapmaktan alıkoydu. Yine. Ancak Tyler şimdi şansını kaçırırsa, onunla iletişime
    benim sonucu öğrenemeyeceğim bir zamanda geçecekti. Volvo’mu dar yola koyarak
    yolunu tıkadım.
    Emmett ve diğerleri arabaya doğru ilerliyorlardı; ama o, garip davranışımı
    diğerlerine açıklamıştı ve şimdi beni izleyerek, ne yaptığımı anlayamaya çalışarak
    yavaş yavaş yürüyorlardı.
    Kızı dikiz aynamdan izledim. Bakışımla buluşmadan arabamın arkasına
    öfkeyle baktı, paslanmış bir Chevy yerine tank sürüyor olmayı diliyor gibi
    görünüyordu.
    Tyler aceleyle arabasına gitti ve anlaşılmaz davranışıma minnettar kalarak
    onun arkasındaki sıraya girdi. Ona el salladı; ama Bella fark etmedi. Bir an bekledi,
    sonra arabasını bırakıp kamyonetin penceresine doğru gitti. Camı tıklattı.
    Bella olduğu yerde zıpladı ve sonra kafası karışarak ona baktı. Bir saniye
    sonra zorlanarak pencereyi indirdi.
    “Özür dilerim Tyler,” dedi sinirli bir sesle. “Cullen’ın arkasında takıldım.”
    Soyadımı sert bir sesle söylemişti – bana hala öfkeliydi.
    “Ah, biliyorum.” dedi Tyler, onun rahatsızlığı üzerine yılmayarak. “Sadece
    hazır burada sıkışmışken sana bir şey sormak istedim.”
    Sırıtışı kendinden emindi.
    Açık niyeti üzerine kızın teninin beyazlaşmasından memnun kaldım.
    “Bana bahar dansı teklifi eder misin?” diye sordu, aklında reddedilme fikri
    olmadan.
    “Ãehir dışında olacağım Tyler.” Sesinde sinir hala belliydi.
    “Evet, Mike söyledi.”
    “O zaman niye–?”
    Omuz silkti. “Sadece onu reddetmek için bir bahane olduğunu umuyordum.”
    Gözlerinde şimşekler çaktı, sonra soğudu. “Üzgünüm Tyler.” dedi, sesi hiçbir
    şekilde üzgün değildi. “Gerçekten şehir dışında olacağım.”
    Bu bahaneyi kabul etti, kendine güveni hala sağlamdı. “Sorun değil.
    Önümüzde balo var.”
    Arabasına geri döndü.
    Bunu beklemekte haklıydım.
    Yüzündeki dehşete düşmüş ifadeye paha biçilemezdi. Bana bilmek için bu
    kadar çaresiz olmamam gereken şeyi söylüyordu – onunla ilgilenen insan erkeklere
    karşı hiçbir şey hissetmediğini.
    Ayrıca, ifadesi muhtemelen gördüğüm en komik şeydi.
    Ailem, görüş alanındaki her şeye kaşlarımı çatarak öfkeyle bakmak yerine,
    kahkahayla sarsılıyor olmama şaşırarak arabaya vardı.
    Bu kadar komik olan ne? Emmett öğrenmek istiyordu.
    Bella öfkeyle gürültülü motoru hızlandırdığında yine kahkahalara boğulurken
    sadece kafamı salladım. Yine bir tank diliyor gibi görünüyordu.
    “Gidelim!” diye tısladı Rosalie sabırsızlıkla. “Geri zekalılık yapmayı kes. Eğer
    başarabilirsen.”
    Sözleri beni sinirlendirmedi – çok eğleniyordum. Ancak istediğini yaptım.
    Eve giderken kimse benimle konuşmadı. Bella’nın yüzünü düşünerek
    gülmeye devam ettim.
    Artık görgü tanığı olmadığı için hızlanarak yola döndüğümde Alice ruh
    halimi mahvetti.
    “Yani, artık Bella’yla konuşabilecek miyim?” diye sordu aniden,
    söyleyeceklerini düşünüp bana uyarı vermeden.
    “Hayır.” diye çıkıştım.
    “Bu hiç adil değil! Neyi bekliyorum?”
    “Henüz hiçbir şeye karar verdim Alice.”
    “Her neyse Edward.”
    Kafasında, Bella’nın iki kaderi yine netti.
    “Onu tanımanın anlamı ne,” dedim, aniden suratsızlaşarak, “eğer onu
    öldüreceksem?”
    Alice bir saniyeliğine durakladı. “Haklısın.” diye itiraf etti.
    Son köşeyi saatte doksan mille döndüm ve garajın arka duvarına bir santim
    kala durdum.
    “İyi koşular.” dedi Rosalie kendini beğenmiş bir tavırla, ben kendimi
    arabadan atarken.
    Ama bugün koşmaya gitmedim. Onun yerine, avlanmaya gittim.
    Diğerleri yarın avlanacaklardı; ama şimdi susuz olmayı göze alamazdım. Yine
    abarttım, gerekenden daha fazla içip kendimi şişirdim – küçük bir grup geyik ve
    yılın erken zamanında karşılaştığım için şanslı olduğum siyah bir ayı. O kadar
    doluydum ki rahatsız ediciydi. Bu niye yeterli olamıyordu? Niye kokusu her şeyden
    daha güçlü olmak zorundaydı?
    Sonraki güne hazırlık için avlanmıştım; ama daha fazla avlanamayacak
    duruma geldiğimde ve güneşin doğmasına daha saatler olduğunu gördüğümde,
    ertesi günün yeterince yakın olmadığını fark ettim.
    Gidip kızı bulacağımı anladığımda öfke beni tekrar sardı.
    Forks’a dönerken kendimle tartıştım; ama daha az asil olan taraf kazandı ve
    affedilemez planıma uydum. Canavar huzursuzdu; ama iyi bağlanmıştı. Onunla
    aramda güvenli bir mesafe bırakacağımı biliyordum. Sadece nerede olduğunu
    bilmek istiyordum. Sadece yüzünü görmek.
    Gece yarısını geçmişti, Bella’nın evi karanlık ve sessizdi. Kamyoneti
    kaldırımın kenarına park edilmişti, babasının polis arabası yoldaydı. Mahallede
    hiçbir yerde uyanık düşünceler yoktu. Evi, doğusundaki ormanın karanlığında bir
    süre izledim. Ön kapı büyük ihtimalle kilitli olurdu – problem değildi; ama arkamda
    kanıt olarak kırık bir kapı bırakmak istemiyordum. Öncelikle yukarı kat penceresini
    denemeye karar verdim. Oraya kilit takmaya uğraşan pek olmazdı.
    Açıklığı geçtim ve evin önüne yarım saniyede tırmandım. Pencerenin üzerine
    tutunup sarkarken, camdan içeri baktım ve soluğum kesildi.
    Bu onun odasıydı. Onu küçük bir yatakta görebiliyordum, örtüleri yerdeydi
    ve çarşafı bacaklarının etrafında kıvrılmıştı. Ben izlerken, huzursuzca döndü ve bir
    kolunu başının üzerine attı. Sesli uyumuyordu, en azından bu gece. Yakınındaki
    tehlikeyi hissetmiş miydi?
    Tekrar dönüşünü izlerken kendimi geriye ittim. Hastalıklı bir röntgenci
    adamdan nasıl daha iyi olabilirdim? Daha iyi değildim. Çok, çok daha kötüydüm.
    Kendimi bırakmak üzere parmaklarımı gevşettim; ama önce yüzüne uzunca
    baktım.
    Huzurlu değildi. Kaşlarının arasındaki o kıvrım oradaydı ve ağzının kenarları
    aşağıya doğru kıvrılmıştı. Dudakları titredi ve sonra ayrıldı.
    “Tamam anne.” diye mırıldandı.
    Bella uykusunda konuşuyordu.
    Merak alevlendi ve kendime olan nefretimi yendi. Korunmasız, bilinçsiz
    söylenen düşüncelerin cazibesi inanılmaz derecede çekiciydi.
    Pencereyi denedim. Sıkışmış olmasına rağmen, kilitli değildi. Metal
    çerçeveden çıkan her sesle sinerek, yavaşça yukarı doğru ittim. Bir sonraki sefer için
    yağ bulmam gerekliydi…
    Bir sonraki sefer? Tekrar kendimden iğrenerek başımı salladım.
    Yavaşça yarı açık pencereden içeri sıyrıldım.
    Odası küçüktü – dağınık; ama temiz. Yatağının yanında, yerde toplanmış
    kitaplar vardı. Kapakları bana dönük değildi ve ucuz CD çalarının yanına CD’ler
    yerleştirilmişti – en üstteki sadece açık bir mücevher kutusuydu. Kağıt kümeleri eski
    teknolojiler müzesine bağışlanmışa benzeyen bir bilgisayarı çevreliyordu.
    CD’lerinin ve kitaplarının başlıklarını okumayı çok istedim; ama mesafeyi
    koruyacağıma dair kendime söz vermiştim; onun yerine gidip odanın uzak
    köşesindeki eski sallanan sandalyeye oturdum.
    Gerçekten, önceden onun sıradan görünümlü olduğunu düşünmüş müydüm?
    O ilk günü ve onunla anında ilgilenen oğlanlardan tiksindiğimi düşündüm; ama
    şimdi zihinlerindeki yüzünü hatırladığımda, onu neden hemen güzel bulmadığımı
    anlayamıyordum. Bu çok açık gözüküyordu.
    Ãu anda – beyaz tenli yüzünü karışık ve dağınık bir halde saran koyu renkli
    saçlarıyla, deliklerle dolu eski püskü tişörtü ve pejmürde eşofman altıyla,
    bilinçsizlikle rahatlamış yüz hatları ve hafifçe aralanmış dudaklarıyla – nefesimi
    kesiyordu. Ya da keserdi, diye düşündüm alayla, eğer nefes alıyor olsaydım.
    Konuşmadı. Belki de rüyası sona ermişti.
    Yüzüne baktım ve geleceği katlanılabilir hale getirmek için bir yol düşünmeye
    çalıştım.
    Onu incitmek katlanılamazdı. Bu tek seçeneğimin onu tekrar bırakmak olduğu
    anlamına mı geliyordu?
    Diğerleri artık benimle tartışamazlardı. Yokluğum kimseyi tehlikeye
    sokmazdı. Ãüphe olmazdı, insanların düşüncelerini o kazaya bağlayacak hiçbir şey
    yoktu.
    Bu öğleden sonraki gibi bocaladım ve hiçbir şey mümkün gözükmedi.
    Bazı insan erkekler onu cezbetse ya da cezbetmese bile ben onlara rakip
    olmayı umamazdım. Ben bir canavardım. Beni nasıl başka bir şey olarak görebilirdi?
    Eğer benimle ilgili gerçeği bilseydi, bu onu korkutup kaçırırdı. Bir korku filmindeki
    kurban gibi korkuyla çığlık atarak kaçardı.
    Biyoloji’deki ilk gününü hatırladım… bunun vereceği en doğru tepki
    olduğunu biliyordum.
    Eğer o salak dansa onu davet eden ben olsaydım, aceleyle yapılmış planlarını
    iptal edip benimle beraber gitmeyi kabul edeceğini hayal etmek aptallıktı.
    Kaderindeki evet diyeceği kişi ben değildim. Başka biriydi, insan olan ve sıcak
    olan biri. Ve ben – bir gün, o evet dendiğinde – kendime gidip onu öldürmek için
    izin veremeyecektim, çünkü o her kimse, Bella onu hak ediyor olacaktı. Seçtiği
    kişiyle mutluluğu ve aşkı hak ediyordu.
    Doğru şeyi yapmayı ona borçluydum; artık, bu kıza aşık olmanın sadece
    tehlikesindeymişim gibi davranamazdım.
    Sonuçta, gidersem pek bir şey fark etmeyecekti çünkü Bella beni, dilediğim
    şekilde asla göremezdi. Beni asla sevmeye değecek biri olarak göremezdi.
    Asla.
    Ölü, donmuş bir kalp kırılabilir miydi? Benimki kırılacak gibi hissediyordum.
    “Edward.” dedi Bella.
    Kapalı gözlerine bakarak donakaldım.
    Uyanıp beni burada yakalamış mıydı? Uyuyor gibi gözüküyordu, yine de sesi
    çok netti.
    Sessizce içini çekti ve sonra huzursuzca döndü – hala uyuyordu ve rüya
    görüyordu.
    “Edward.” diye mırıldandı yavaşça.
    Beni düşlüyordu.
    Ölü, donmuş bir kalp tekrar atabilir miydi? Benimki atmak üzereymiş gibi
    hissediyordum.
    “Kal.” diye içini çekti. “Gitme. Lütfen… gitme.”
    Rüyasında beni görüyordu ve bu kabus bile değildi. Onunla kalmamı
    istiyordu.
    Beni saran duygulara isim vermek için uğraştım; ama onları anlatabilecek
    kadar güçlü kelimeler yoktu. Uzun bir süre, içlerinde boğuldum.
    Yüzeye çıktığımda, önceden olduğum adam değildim.
    Hayatım bitmeyen, değişmeyen bir geceydi. Benim için, gereksinim olarak,
    her zaman gece olmalıydı. O zaman şu anda, gecemin yarısında, güneşin doğuyor
    olması nasıl mümkün olabilirdi?
    Vampire dönüştüğüm zaman, o dönüşümün kavurucu acısında, ruhumu ve
    ölümlülüğümü, ölümsüzlüğe takas ederken, tamamen donmuştum. Vücudum etten
    çok kayaya benzeyen bir şeye dönüşmüştü, değişmez ve dayanıklı. Ben de
    donmuştum – kişiliğim, sevdiğim ve sevmediğim şeyler, ruh hallerim ve arzularım;
    hepsi oldukları yerde kalmışlardı.
    Geri kalanı için de aynıydı. Hepimiz donmuştuk. Yaşayan taşlar.
    Değişim birimize geldiğinde, bu nadir ve kalıcı bir şeydi. Bunun Carlisle’ın ve
    bir on yıl sonra Rosalie’nin başına geldiğini görmüştüm. Aşk onları sonsuz ve asla
    solmayan bir şekilde değiştirmişti. Carlisle Esme’yi bulalı seksen yıldan fazla
    olmuştu; ama yine de ona hala ilk aşkın inanılmaz gözleriyle bakıyordu. Onlar için
    bu her zaman öyleydi.
    Benim için de her zaman böyle olacaktı. Limitsiz var oluşum boyunca, her
    zaman bu kırılgan kızı sevecektim.
    Bu aşkı vücudumun her zerresinde hissederek bilinçsiz yüzünü izledim.
    Ãimdi daha huzurlu uyuyordu, dudaklarında hafif bir gülümseme vardı.
    Hep onu izleyerek planlar yapmaya başladım.
    Onu seviyordum ve o yüzden onu bırakmak için yeterince güçlü olmaya
    çalışacaktım. Ãimdi o kadar güçlü olmadığımı biliyordum. Bunun üzerinde
    çalışacaktım; ama belki, geleceği başka bir şekilde alt edebilirdim.
    Alice Bella için sadece iki gelecek görmüştü ve şimdi ikisini de anlıyordum.
    Eğer kendime hata yapma izni verirsem, onu sevmek beni onu öldürmekten
    alıkoymayacaktı.
    Yine de, şimdi canavarı hissedemiyordum, onu içimde hiçbir yerde
    bulamıyordum. Belki de, aşk onu sonsuza dek susturmuştu. Eğer onu şimdi
    öldürürsem, bu kasıtlı olmayacaktı, sadece feci bir kaza olacaktı.
    Aşırı derecede dikkatli olmam gerekecekti. Asla gardımı düşüremeyecektim.
    Her nefesimi kontrol etmem gerekecekti. Her zaman ihtiyatlı bir mesafe bırakmam
    gerekecekti.
    Sonunda ikinci geleceği anlamıştım. O görüş beni şaşırtmıştı – Bella’yı bu
    ölümsüz yarı-yaşama tutsak edecek ne olabilirdi ki? Ãimdi – bu kıza olan arzumda
    mahvolmuşken – babamdan, affedilemez bir bencillikle, bu iyiliği nasıl
    isteyebileceğimi anlayabiliyordum. Onu sonsuza dek tutabilmek için babamdan
    hayatını ve ruhunu elinden almasını isteyebileceğimi.
    Daha iyisini hak ediyordu.
    Ama başka bir gelecek daha görüyordum, eğer dengemi sağlayabilirsem
    üzerinde yürüyebileceğim ince bir ip.
    Bunu yapabilir miydim? Onunla birlikte olup, onu insan bırakabilir miydim?
    Kasten, derin bir nefes aldım, ve sonra başka bir soluk. Kokusunun beni ateş
    gibi yakıp geçmesine izin verdim. Oda onun kokusuyla doluydu; her yüzeye
    yayılmıştı. Başım döndü; ama bununla savaştım. Eğer onunla herhangi bir ilişki
    denemesi yapacaksam, buna alışmak zorundaydım. Başka bir yakıcı nefes daha
    aldım.
    Doğudaki bulutlardan güneş doğmaya başlayana kadar, plan kurup soluk
    alarak uyuyuşunu izledim.
    Eve diğerleri okul için çıktıktan hemen sonra vardım. Esme’nin sorgulayan
    gözlerini görmezden gelerek üzerimi hızlıca değiştirdim. Yüzümdeki heyecanlı ışığı
    görmüştü ve hem endişe, hem de rahatlık hissetmişti. Uzun bunalımım acı
    çekmesine neden olmuştu. Ãimdi bitmiş gibi gözükmesine sevinmişti.
    Okula koştum ve kardeşlerimden birkaç saniye sonra okula vardım. En
    azından Alice burada asfaltı çevreleyen ağaçların arasında olduğumu bilmesine
    rağmen hiçbiri dönmedi. Kimse bakmayana kadar bekledim ve sonra ağaçlardan
    park yerine doğru yürüdüm.
    Bella’nın kamyonetinin gürültüsünü köşede duydum ve bir Suburban’ın
    arkasında, görünmeden izleyebileceğim bir yerde durdum.
    Suratı asık halde park yerine girdi, en uzak yerlerden birine park etmeden
    önce uzun süre Volvo’ma öfkeyle baktı.
    Muhtemelen hala bana sinirli olduğunu – ve iyi bir sebeple – hatırlamak
    garipti.
    Kendime gülmek istedim – ya da kendimi tekmelemek. Eğer benden
    hoşlanmıyorsa bütün planlarım tartışılabilirdi değil mi? Rüyası tamamen rastgele bir
    şeyle ilgili de olabilirdi. Kendini beğenmiş aptalın tekiydim.
    Eh, eğer benimle ilgilenmiyorsa onun için çok daha iyi olurdu. Bu benim onun
    peşinden koşmayı bırakmamı sağlamazdı; ama bu sırada ona eşit olarak uyarı da
    verecektim. Bunu ona borçluydum.
    Yavaşça ilerledim, en iyi şekilde nasıl yaklaşabileceğimi düşünerek.
    İşimi kolaylaştırdı. Çıkarken kamyonetinin anahtarları parmaklarından kaydı
    ve derin bir su birikintisine düştü.
    Eğildi; ama ben daha önce ulaştım ve elini soğuk suya sokmak zorunda
    kalmadan önce aldım.
    Ãaşırıp dikelirken kamyonetine yaslandım.
    “Bunu nasıl yapıyorsun?” diye sordu.
    Evet, hala kızgındı.
    Anahtarı uzattım. “Neyi?”
    Elini uzattı ve anahtarı avucuna bıraktım. Kokusunu içime çekerek derin bir
    nefes aldım.
    “Aniden ortaya çıkmayı.” diye açıkladı.
    “Bella, eğer sen dikkatli değilsen bu benim hatam değil.” Sözler alaycı,
    neredeyse şakaydı. Görmediği başka bir şey var mıydı?
    Sesimin onun ismini nasıl okşadığını duymuş muydu?
    Espri anlayışımı beğenmeyerek öfkeyle bana baktı. Kalp atışı hızlandı –
    öfkeden mi? Korkudan mı? Bir süre sonra aşağıya baktı.
    “Dünkü trafik sıkışıklığı nedendi?” diye sordu gözlerime bakmayarak. “Ben
    yokmuşum gibi davranacağını sanıyordum, beni sinirden öldürmeye çalışacağını
    değil.”
    Hala çok öfkeliydi. Onunla işleri düzeltmek için biraz uğraşmam gerekecekti.
    Dürüst davranma çözümümü hatırladım…
    “O Tyler’ın iyiliği içindi, kendim için değil. Ona bu şansı vermeliydim.” Ve
    sonra güldüm. Dünkü yüz ifadesini düşününce kendime engel olamadım.
    “Sen–” diye soludu ve sonra lafını kesti, bitirmek için çok sinirli gözüküyordu.
    İşte – aynı ifade vardı yüzünde. Başka bir kahkahayı yuttum. Ãimdiden
    yeterince öfkeliydi.
    “Ve sen yokmuşsun gibi de davranmıyorum.” diye bitirdim. Bunu sıradan,
    alaycı tutmak en doğrusuydu. Eğer gerçekte ne hissettiğimi görmesine izin verirsem,
    anlamazdı. Onu korkuturdu. Duygularımı kontrol altında tutmam gerekliydi…
    “O zaman beni sinirden öldürmek mi istiyorsun? Tyler’ın minibüsü işi
    halletmediğine göre?”
    Ani bir öfke beni çarptı. Buna gerçekten inanabilir miydi?
    Bu kadar gücenmem mantıksızdı – dün gece geçirdiğim değişimi bilmiyordu;
    ama yine de öfkeliydim.
    “Bella gerçekten abes davranıyorsun.”
    Yüzü kızardı ve bana arkasını döndü. Uzaklaşmaya başladı.
    Vicdan azabı. Öfkelenmeye hakkım yoktu.
    “Bekle.” diye rica ettim.
    Durmadı o yüzden onu takip ettim.
    “Özür dilerim, bu kabaydı. Gerçek değil demiyorum” – ona zarar herhangi bir
    şekilde zarar vermek istediğimi hayal etmek saçmaydı – “ama yine de bunu
    söylemek kabalıktı.”
    “Niye beni yalnız bırakmıyorsun?”
    İnan bana, demek istedim. Denedim.
    Ah, ayrıca sana perişan bir şekilde aşığım.
    Umursamaz tut.
    “Sana bir şey sormak istiyordum; ama konuyu değiştirdin.”
    “Senin çift kişilik problemin mi var?” diye sordu.
    Mutlaka öyle gözüküyor olmalıydı. Ruh halim değişkendi, çok fazla yeni
    duyguyla tanışıyordum.
    “Yine aynı şeyi yapıyorsun.”
    İç çekti. “İyi o zaman. Ne sormak istiyorsun?”
    “Merak ediyordum da, haftaya cumartesi…” Yüzünden şok geçtiğini gördüm
    ve başka bir kahkahayı daha geri yuttum. “Biliyorsun, bahar dansı günü–”
    Sonunda gözlerini benimkilere çevirip sözümü kesti. “Komik olmaya mı
    çalışıyorsun?”
    Evet. “Bitirmeme izin verir misin?”
    Dişlerini yumuşak alt dudağına bastırarak sessizce bekledi.
    Bu görüntü bir saniyeliğine dikkatimi dağıttı. Garip, yabancı reaksiyonlar,
    unutulmuş insan özümü hareketlendirdi. Rolümü oynayabilmek için onlardan
    kurtulmaya çalıştım.
    “O gün Seattle’a gideceğini duydum ve birinin seni bırakmasını isteyip
    istemeyeceğini merak ediyordum.” Fark etmiştim ki, planlarını paylaşmak, onu
    bunlarla ilgili sorguya çekmekten daha iyiydi.
    Bana boş bir yüz ifadesiyle baktı. “Ne?
    “Seni Seattle’a birinin bırakmasını ister misin?” Bir arabada onunla yalnız
    olma fikri boğazımı yaktı. Derin bir nefes aldım. Buna alış.
    “Kimin?” diye sordu, gözleri yine büyümüştü ve şaşkındı.
    “Benim tabii ki.” dedim yavaşça.
    “Niye?”
    Ona eşlik etmeyi istemem gerçekten o kadar büyük bir şok muydu? Önceki
    davranışlarıma mutlaka en kötü anlamı yüklemiş olmalıydı.
    “Eh,” dedim mümkün olduğunca sıradan bir sesle, “Önümüzdeki haftalarda
    ben de Seattle’a gitmek istiyordum ve dürüst olmak gerekirse kamyonetinin bunu
    başarabileceğinden emin değilim.” Onunla alay etmek, kendime ciddi olma izni
    vermekten daha güvenli görünüyordu.
    “Kamyonetim gayet iyi durumda, yine de ilgin için teşekkürler.” dedi aynı
    şaşırmış sesle. Tekrar yürümeye başladı. Adımlarımı ona uydurdum.
    Gerçekten hayır dememişti, o yüzden bu avantajı zorladım.
    Hayır der miydi? Eğer derse ben ne yapardım?
    “Ama kamyonetin bir depo benzinle oraya gidebilecek mi?”
    “Bunun seni niye ilgilendirdiğini anlayamıyorum.” diye homurdandı.
    Bu da hayır değildi ve kalp atışı ile soluk alıp verişi hızlanmıştı.
    “Kısıtlı kaynakların boşuna harcanması herkesi ilgilendirir.”
    “Açıkçası Edward, seni anlayamıyorum. Arkadaşım olmak istemediğini
    sanıyordum.”
    İsmimi söylediğinde bir heyecan dalgası beni çarptı.
    Aynı anda nasıl hem normal hem de dürüst olabilirdim? Dürüst olmak daha
    önemliydi. Özellikle bu noktada.
    “Arkadaş olmazsak daha iyi olur dedim, istemediğimden değil.”
    “Ah, teşekkürler. Ãimdi her şey açığa çıktı.” dedi alayla.
    Kafeteryan çatısının altında durakladı ve gözleri tekrar benimkilerle buluştu.
    Kalp atışları tekledi. Korkmuş muydu.
    Kelimelerimi dikkatle seçtim. Hayır, ben onu bırakamazdım; ama belki o çok
    geç olmadan beri bırakmasına yetecek kadar akıllı davranırdı.
    “Arkadaşım olmaman senin için daha… iyi olur.” Gözlerinin erimiş çikolata
    rengi derinliklerine bakarken, umursamaz davranma becerimi kaybettim. “Ama
    senden uzak durmaya çalışmaktan yoruldum Bella.” Kelimeler çok, çok hararetle
    çıktı.
    Nefes alıp verişi durdu ve tekrar başlaması için geçen bir saniyede bu beni
    endişelendirdi. Onu ne kadar korkutmuştum? Eh, öğrenecektim.
    “Benimle Seattle’a gelir misin?” diye sordum.
    Kalbi yüksek sesle atarak başını salladı.
    Evet. O bana evet demişti.
    Ama sonra bilincim beni tokatladı. Bu ona neye mal olacaktı?
    “Gerçekten benden uzak durmalısın.” diye uyardım. Beni duymuş muydu?
    Onu tehdit ettiğim gelecekten kaçar mıydı? Onu kendimden kurtarmak için hiçbir şey
    yapamaz mıydım?
    Umursamaz davran, diye bağırdım kendime. “Sınıfta görüşürüz.”
    Oradan kaçarken, kendimi koşmaktan alıkoymak için odaklanmam gerekti

      Forum Saati Çarş. Mayıs 15, 2024 12:27 am