GECE YARISI GÜNEŞİ

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
GECE YARISI GÜNEŞİ

yok


    GECE YARISI GÜNEŞİ (PORT ANGALES) 9.BÖLÜM

    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 13
    Kayıt tarihi : 31/01/10
    Nerden : ANKARA

    GECE YARISI GÜNEŞİ (PORT ANGALES) 9.BÖLÜM Empty GECE YARISI GÜNEŞİ (PORT ANGALES) 9.BÖLÜM

    Mesaj  Admin Ptsi Şub. 01, 2010 9:42 am

    PORT ANGALES
    Port Angeles’a vardığımda, hava şehirde araba sürmem için çok aydınlıktı; güneş
    hala tepedeydi ve pencerelerim karanlık olmasına rağmen, gereksiz riskler almanın
    bir manası yoktu. Daha fazla gereksiz risk, demeliydim daha doğrusu.
    Jessica’nın düşüncelerini uzaktan bulabileceğime emindim – onun düşünceleri
    Angela’nınkilerden daha yüksek sesliydi; ama birincisini bulduğumda, ikincisini de
    duyabilirdim. Sonra, gölgeler uzadığında yaklaşabilirdim. Şimdilik çok ender
    kullanılıyor gözüken, şehrin hemen dışında bir yola çektim.
    Arayacağım genel yönü biliyordum – Port Angeles’ta elbise alışverişi için tek
    bir yer vardı. Jessica’yı üç yönlü bir aynın önünde dönerken bulmam uzun sürmedi,
    Bella’yı arkadaşının giydiği siyah elbiseyi incelerken çevresel görüşünde
    görebiliyordum.
    Bella hala sinirli görünüyor. Ha ha. Angela haklıymış – Tyler kendi kendine gelin
    güvey oluyormuş. Bu kadar öfkeli olmasına inanamıyorum ama. En azından balo için yedek
    biri olduğunu biliyor. Ya Mike dansta eğlenmezse ve bana tekrar çıkma teklif etmezse? Ya
    baloya beraber gitmeyi Bella’ya teklif ederse? Eğer ben hiçbir şey söylemeseydim Mike’a dans
    teklifi eder miydi? Mike onun benden güzel olduğunu düşünüyor mu? O, kendinin benden
    daha güzel olduğunu düşünüyor mu?
    “Bence mavi olan daha iyi. Gözlerinin rengini ortaya çıkarıyor.”
    Jessica Bella’ya sahte bir sıcaklıkla gülümserken, bir yandan da onu şüpheyle
    inceliyordu.
    Gerçekten böyle mi düşünüyor? Yoksa cumartesi günü bir inek gibi görünmemi mi
    istiyor?
    Jessica’yı dinlemekten bıkmıştım. Angela için yakınları taradım – ah; ama
    kıyafet değiştiriyordu ve ona mahremiyet vermek için çabucak zihninden çıktım.
    Pekala, Bella’nın mağazada girebileceği çok fazla bela yoktu. Alışveriş
    yapmalarına izin verip bitirdiklerinde onları yakalayacaktım. Karanlık basması çok
    uzun sürmeyecekti – bulutlar batıdan doğru geri dönüyordu. Sık ağaçların arasından
    sadece gözüme ilişip kayboluyorlardı; ama gün batımına nasıl acele ettiklerini
    görebiliyordum. Onları memnuniyetle karşıladım, gölgeleri için daha önce hiç
    olmadığı kadar istekliydim. Yarın okulda tekrar Bella’nın yanına oturabilirdim, öğle
    yemeğinde dikkatini tekelime alabilirdim. Biriktirdiğim bütün soruları
    sorabilirdim…
    Yani, Tyler’ın küstahlığına sinirliydi. Bunu zihninde görmüştüm – balo
    hakkında söylediklerinde tamamen ciddi olduğunu, risk almadığını. O öğleden
    sonraki ifadesini kafamda canlandırdım – öfkeli inanamamazlık – ve güldüm. Ona
    bu konuda ne diyeceğini merak ettim. Tepkisini kaçırmak istemezdim.
    Gölgelerin uzamasını beklerken zaman çok yavaş geçti. Jessica’yı belirli
    aralıklarla kontrol ettim; iç sesi bulunması en kolay olanıydı; ama orda uzun süre
    kalmaktan hoşlanmıyordum. Yemek yemeyi planladıkları yeri gördüm. Akşam
    yemeği vaktine kadar karanlık olacaktı… Belki ben de tesadüfen aynı restoranı
    seçerdim. Alice’i yemeğe davet etmeyi düşünerek cebimdeki telefona dokundum.
    Buna bayılırdı; ama Bella’yla konuşmak da isterdi. Bella’nın benim dünyama daha
    fazla girmesine hazır olduğumdan emin değildim. Bir vampir belası yeterli değil
    miydi?
    Tekrar Jessica’yı kontrol ettim. Takısını düşünüyor, Angela’ya akıl
    danışıyordu.
    “Belki de kolyeyi geri vermeliyim. Evde muhtemelen işe yarayacak bir tane var ve
    harcamam gerekenden fazla harcadım…” Annem delirecek. Ne düşünüyordum?
    “Geri dönmenin benim için bir sakıncası yok; ama Bella bizi arar mı sence?”
    Bu da neydi? Bella onlarla değil miydi? Önce Jessica’nın gözlerinden, sonra
    Angela’nınkilerden etrafa baktım. Mağazalarla dolu bir kaldırımdaydılar, diğer yola
    dönüyorlardı. Bella hiçbir yerde yoktu.
    Ah, Bella kimin umurunda? diye düşündü Jess sabırsızlıkla, Angela’nın
    sorusunu yanıtlamadan önce. “Bir şey olmaz. Geri dönsek bile restorana zamanında
    yetişebiliriz. Zaten, yalnız kalmak istiyor sanırım.” Jessica’nın zihninde Bella’nın gittiğini
    düşündüğü kitapçının kısa bir görüntüsünü yakaladım.
    “Acele edelim o zaman.” dedi Angela. Umarım Bella onu ektiğimizi düşünmez.
    Arabada bana çok iyi davranmıştı… Gerçekten tatlı biri; ama bugün keyifsiz görünüyordu.
    Acaba Edward Cullen yüzünden mi? Bahse girerim ki ailesiyle ilgili soru sormasının sebebi
    budur…
    Daha çok dikkat etmeliydim. Neler kaçırmıştım? Bella kendi başına
    dolaşıyordu ve daha önce de beni mi sormuştu? Angela şimdi Jessica’ya dikkat
    ediyordu – Jessica o geri zekalı Mike hakkında konuşuyordu – ve ondan daha fazla
    bir şey alamadım.
    Gölgelere baktım. Güneş yeterince kısa sürede bulutların arkasına girecekti.
    Eğer yolun, binaların solan güneş ışığını engelledikleri batı tarafında kalırsam…
    Şehrin merkezine giden seyrek trafikte ilerlerken huzursuz hissetmeye
    başladım. Bu daha önce düşündüğüm bir şey değildi – Bella’nın onlardan ayrılması –
    ve onu nasıl bulacağıma dair hiçbir fikrim yoktu. Bunu düşünmeliydim.
    Port Angeles’ı iyi biliyordum; arayışımın kısa süreceğini umarak direkt olarak
    Jessica’nın kafasında gördüğüm kitapçıya gittim; ama kolay olacağından
    şüpheliydim. Bella işleri ne zaman kolaylaştırmıştı ki?
    Tabii ki, küçük kitapçı dükkanı tezgahın arkasındaki bir kadın dışında
    bomboştu. Bella’nın ilgileneceği bir yere benzemiyordu – gerçekçi bir insan için çok
    yeni nesildi. İçeri girmeye zahmet edip etmediğini merak ettim.
    Park edebileceğim bir gölge vardı… Dükkana karanlık bir yol oluşturuyordu.
    Gerçekten yapmamalıydım. Güneş ışığının parıldadığı saatlerde dışarıda dolaşmak
    güvenli değildi. Ya geçen arabalardan biri güneş ışığını yanlış anda yansıtırsa?
    Ama Bella’yı başka türlü nasıl arayacağımı bilmiyordum!
    Park edip gölgenin en derin tarafından dışarı çıktım. Hızla dükkana girerken
    havada Bella’nın kokusunun zayıf izini aldım. Buradaydı, kaldırımdaydı; ama
    dükkanın içinde kokusundan eser yoktu.
    “Hoşgeldiniz! Yardımcı olabilir mi–” diye başladı satıcı kadın; ama çoktan
    kapıdan çıkmıştım.
    Bella’nın kokusunu gölgenin izin verdiği kadar takip ettim ve güneş ışığının
    kıyısında durdum.
    Bu bana ne kadar güçsüz hissettiriyordu – önümde olan kaldırımdaki karanlık
    ve aydınlık arasındaki çizgi tarafından engellenmek. Çok sınırlı.
    Sadece devam edip güneye doğru gittiğini tahmin edebildim. O yönde pek bir
    şey yoktu. Yolunu mu kaybetmişti? Eh, bu ihtimal karakterinden tamamen uzak
    görünmüyordu.
    Arabaya bindim ve onu arayarak yavaşça sokaklarda ilerledim. Birkaç ayrı
    gölgede daha durdum; ama sadece kokusunu bir kere daha yakalayabildim ve yönü
    kafamı karıştırdı. Nereye gitmeye çalışıyordu?
    Kitapçı ve restoran arasında Bella’yı yolda görme umuduyla birkaç kere ileri
    geri gittim. Jessica ve Angela çoktan oradaydı, sipariş mi vereceklerine yoksa Bella’yı
    mı bekleyeceklerine karar vermeye çalışıyorlardı. Jessica hemen sipariş vermek için
    bastırıyordu.
    Yabancıların zihinlerini taramaya, onların gözlerinden bakmaya başladım.
    Şüphesiz, biri mutlaka onu bir yerde görmüş olmalıydı.
    Kayıp kaldıkça daha da çok endişelendim. Onu bulmanın ne kadar zor
    olacağını daha önce hiç düşünmemiştim, şimdiki gibi, görüşümden ve normal
    yollarından uzaktayken. Bundan hiç hoşlanmadım.
    Bulutlar ufuktaydı ve birkaç dakika içinde onu yaya olarak takip etmek için
    özgür olacaktım. Uzun süremeyecekti o zaman. Şu anda beni bu kadar çaresiz
    bırakan tek şey güneşti. Sadece birkaç dakika, o zaman avantaj tekrar bende olacaktı
    ve güçsüz olan insan dünyası olacaktı.
    Başka bir zihin, ve başka bir tanesi daha. Çok fazla önemsiz düşünce.
    … sanırım bebek başka bir kulak enfeksiyonu kaptı…
    6-4-0 mıydı yoksa 6-0-4 mü…?
    Yine geç kaldı. Ona söylemeliyim ki…
    İşte geliyor! Aha!
    İşte, sonunda, en azından yüzü vardı. Sonunda biri onu fark etmişti!
    Rahatlık sadece saniyenin ufak bir parçası kadar sürdü ve sonra gölgeler
    içinde onun yüzüne bakan adamın düşüncelerini tam olarak okudum.
    Zihni tanıdık değildi; ama tamamen yabancı da değildi. Eskiden tam olarak
    da böyle zihinleri avlamıştım.
    “HAYIR!” diye kükredim ve hırlamalar boğazımdan çıktı. Ayağım gaz
    pedalını zemine doğru itti; ama nereye gidiyordum?
    Düşüncelerinin genel yönünü biliyordum; ama bu yeterince ayrıntılı değildi.
    Bir şey, bir şey olmalıydı – bir sokak işareti, bir dükkan vitrini, görüşü içinde yerini
    ele verecek bir şey – ama Bella gölgelerin içindeydi ve adamın gözleri sadece onun
    korkmuş ifadesine odaklanmıştı – oradaki korkudan zevk alıyordu.
    Yüz, kafasındaki diğer suratların anısıyla bulanıklaştı. Bella onun ilk kurbanı
    değildi.
    Hırlamalarımın sesi arabanın çerçevesini salladı; ama bu dikkatimi dağıtmadı.
    Arkasındaki duvarda hiç pencere yoktu. Endüstriyel bir yerdi, alışveriş
    yerlerinden uzakta bir yer. Arabam doğru olduğunu umduğum yöne giderken
    köşeyi döndü, başka bir arabayı daha yoldan çıkardı. Diğer sürücü kornasını
    çaldığında ses çoktan oldukça arkamdaydı.
    Şunun titreyişine bak! Adam umutla kıkırdadı. Korku onu çeken şeydi – keyif
    aldığı kısım.
    “Benden uzak dur.” Sesi alçak ve sakindi, bir çığlık değildi.
    “Böyle yapma tatlım.”
    Başka yönden gelen zorba bir kahkaha üzerine ürkmesini izledi. Sesten
    rahatsız olmuştu – Kes sesini Jeff! diye düşünmüştü – ama geri çekilmesinden
    hoşlanmıştı. Bu onu heyecanlandırmıştı. Ricalarını, yalvarış şeklini hayal etmeye
    başlamıştı…
    Sesli kahkahayı duyana kadar başkaları olduğunu fark etmemiştim.
    Kullanabileceğim bir şey bulabilmek için çaresiz, diğerlerini taradım. Adam ona
    doğru ilk adımı atıyor, ellerini esnetiyordu.
    Etrafındaki zihinler onunki kadar çöplük değildi. Hepsi hafiften sarhoştu,
    hiçbiri Lonnie diye seslendikleri adamın bunda ne kadar ileri gitmeyi planladığının
    farkında değildi. Lonnie’yi kör halde takip ediyorlardı. Onlara biraz eğlence vaat
    etmişti…
    Biri gerginlikle sokağa baktı – kızı taciz ederken yakalanmak istemiyordu – ve
    bana ihtiyacım olan şeyi verdi. Baktığı sokağı tanıdım.
    Kırmızı ışıkta fırladım, hareket halindeki trafikte iki araba arasındaki ancak
    yeten genişliğe sahip boşluktan sıyrıldım. Arkamda kornalar çalındı.
    Telefonum cebimde titredi. Duymazdan geldim.
    Lonnie yavaşça kıza doğru ilerledi. Çığlık atmasını bekledi ve bunun tadını
    çıkarmaya hazırlandı.
    Ama Bella çenesini kenetledi ve kendini destekledi. Şaşırmıştı – kaçmayı
    deneyeceğini düşünmüştü. Şaşarmış ve hafifçe hayal kırıklığına uğramıştı. Kurbanını
    kovalamayı, avın adrenalinini severdi.
    Bu cesur. Belki daha iyi, sanırım… daha çok savaş.
    Bir blok ötedeydim. Canavar motorun kükremesini duyabilirdi; ama hiç
    dikkat etmedi, kurbanına yoğunlaşmıştı.
    Kendisi kurban olduğunda avdan nasıl keyif aldığını görecektim. Benim av
    stilim hakkında ne düşüneceğini görecektim.
    Kafamın içinde başka bir bölgede, çoktan daha önce şahit olduğum işkence
    yöntemlerini tarıyordum, içlerinde en acı verici olanını arıyordum. Bunun için acı
    çekecekti. Istırap içinde kıvranacaktı. Diğerleri kendi kısımları için sadece
    öleceklerdi; ama bu Lonnie isimli canavar ben ona o hediyeyi vermeden çok uzun
    süre önce ölmek için yalvaracaktı.
    Yoldaydı, ona doğru geliyordu.
    Köşeyi keskin şekilde döndüm, farlarım üzerlerini aydınlattı ve kalanını
    oldukları yerde dondurdu. Yoldan sıçrayan lideri ezebilirdim; ama bu onun için çok
    kolay bir ölüm olurdu.
    Arabanın dönmesine izin verdim, geldiğim yöne doğru sürdüm, bu sayede
    Bella’ya en yakın kapı yolcu kapısı olmuştu. Sertçe açtım, o sırada zaten arabaya
    doğru koşuyordu.
    “Bin.” dedim sinirle.
    Ne!?
    Bunun kötü bir fikir olduğunu biliyordum. Kız yalnız değil.
    Kaçmalı mıyım?
    Sanırım kusacağım…
    Bella kapıdan içeri tereddüt etmeden zıpladı ve arkasından kapıyı çekti.
    Sonra, bana bir insanın yüzünde gördüğüm en güven dolu yüz ifadesiyle
    baktı ve bütün kötü planlarım yıkıldı.
    Onu arabada bırakıp sokaktaki dört adamla ilgilenemeyeceğimi anlamam bir
    saniyeden çok çok daha kısa sürdü. Ona ne diyecektim, ‘izleme’ mi? Ha! Benim
    istediğim bir şeyi ne zaman yapmıştı ki? Ne zaman güvenli olanı yapmıştı?
    Onları Bella’nın görüşünden uzaklaştırıp, onu burada yalnız mı bırakırdım?
    Bu gece Port Angeles sokaklarında başka bir tehlikeli insanın dolaşıyor olması küçük
    bir ihtimaldi; ama bir ilk olma riski de vardı. Tıpkı bir mıknatıs gibi, tehlikeli her şeyi
    kendine çekiyordu. Onu gözümün önünden ayıramazdım.
    Hızlanıp, onu saldırganlarının kavrayamamış ifadelerle arkamızdan
    bakakalmasını sağlayacak çabuklukta götürürken, bu ona aynı hareketin bir parçası
    gibi göründü. Bir anlık tereddüdümü anlamadı. Planın baştan beri kaçmak olacağını
    tahmin ederdi.
    O adama arabayla bile vuramazdım. Bu Bella’yı korkuturdu.
    Onun ölümünü o kadar vahşice istiyordum ki, bu istek kulaklarımda çınladı,
    görüşümü bulutlandırdı ve dilimde tadını hissettirdi. Kaslarım aceleyle, istekle ve
    bunun gerekliliğiyle sarıldı. Onu öldürmek zorundaydım. Onu yavaşça yüzecektim,
    parça parça, kasların üzerinden deriyi, kemiklerin üzerinden kasları…
    Kızın – dünyadaki tek kızın – koltuğuna iki eliyle sarılmış, gözleri hala büyük
    ve tamamen güven dolu olarak bana baktığını saymazsak… İntikam beklemek
    zorunda kalacaktı.
    “Kemerini bağla.” diye emrettim. Sesim hala nefret ve kana susamışlıkla sertti.
    Alışıldık kana susamışlık değil. O adamın herhangi bir parçasını içime alarak
    kendimi kirletmeyecektim.
    Kemeri yerine taktı ve çıkarttığı sesten hafifçe zıpladı. Bu alçak ses onu
    zıplatmıştı; ama hala ben bütün trafik işaretlerini görmezden gelerek hızla şehre
    doğru sürerken korkmuyordu. Gözlerini üzerimde hissedebiliyordum. Garip bir
    şekilde rahatlamış gözüküyordu. Daha yeni yaşadıklarından sonra, buna bir anlam
    veremiyordum.
    “İyi misin?” diye sordu, sesi korku ve stres yüzünden pürüzlü çıkmıştı.
    O, benim mi iyi olup olmadığımı bilmek istiyordu?
    Sorusunu saniyenin bir kısmında düşündüm. Onun tereddüdü duymasına
    yeterli olmayacak bir sürede. İyi miydim?
    “Hayır.” dedim ses tonum hiddetle dolup taşarak.
    Onu bu öğleden sonrayı geçirdiğim kullanılmayan yola götürdüm. Şimdi
    ağaçların altında simsiyahtı.
    O kadar öfkeliydim ki, vücudum yerinde donakaldı. Parmaklarım onun
    saldırganına çarpıp, vücudunu tanınmayacak hale getirecek derecede ezme isteğiyle
    yanıp tutuşuyordu…
    Ama bu, onu burada, karanlık gece korunmasız bırakmama yol açardı.
    “Bella?” dedim dişlerimin arasından.
    “Evet?” diye cevapladı boğuk bir sesle. Boğazını temizledi.
    “Sen iyi misin?” Bu gerçekten en önemli şeydi, ilk öncelik. İntikam ikinciydi.
    Bunu biliyordum; ama vücudum öfkeyle öyle doluydu ki, düşünmek zordu.
    “Evet.” Sesi hala boğuktu – şüphesiz korkuyla.
    Ve o yüzden onu bırakamazdım.
    Çileden çıkarıcı bir sebepten – evrenin benimle oynadığı bir şaka – daima risk
    altında olmasa da, yokluğumda tamamen güvende olacağından emin olsam da, onu
    karanlıkta tek başına bırakamazdım.
    Çok korkmuş olmalıydı.
    Yine de onu rahatlatacak durumda değildim – eğer bunun nasıl yapılacağını
    kesin olarak bilseydim bile, ki bilmiyordum. Şüphesiz, benden yayılan vahşiliği
    hissedebiliyordu, şüphesiz bu çok açıktı. Eğer içimde kaynayan kan dökme isteğini
    durduramazsam, onu daha da çok korkutacaktım.
    Başka bir şey düşünmem gerekliydi.
    “Dikkatimi dağıt lütfen.” diye rica ettim.
    “Affedersin, ne?”
    Neye ihtiyacım olduğunu açıklayabilecek kontrolü kendimde zor bulabildim.
    “Sadece ben sakinleşene kadar önemsiz bir şeylerden bahset.” dedim çenem
    hala kilitliyken. Beni arabanın içinde tutan tek şey, bana ihtiyacı olmasıydı. Adamın
    düşüncelerini duyabiliyordum, hayal kırıklığını ve öfkesini… Onu nerede
    bulacağımı biliyordum… Görmemeyi dileyerek gözlerimi kapattım.
    “Iı…” tereddüt etti – isteğimden bir anlam çıkarmak için olduğunu
    düşündüm.
    “Yarın okuldan sonra Tyler Crowley’i ezeceğim?” Bunu sanki bir soru gibi
    söylemişti.
    Evet – ihtiyacım olan şey buydu. Tabii ki Bella beklenmedik bir şeyle
    gelecekti. Önceden olduğu gibi, onun dudaklarından gelen şiddet tehdidi
    eğlenceliydi – çok komik bir şekilde zıttı. Öldürme isteğiyle yanıp tutuşmuyor
    olsaydım gülerdim.
    “Niye?” dedim onu tekrar konuşmaya zorlayarak.
    “Herkese beni baloya götüreceğini söylüyor.” dedi, sesi kaplan-kedi yavrusu
    öfkesiyle doluydu. “Ya deli ya da hala beni az daha öldürdüğü kazayı telafi etmeye
    çalışıyor… hatırlıyorsundur.” diye ekledi soğukça, “ve nasılsa balonun bunu
    yapmanın doğru bir yolu olduğunu düşünüyor. O yüzden eğer ben de onun hayatını
    tehlikeye atarsam ödeşiriz ve benden özür dilemeye devam edemez. Düşmana
    ihtiyacım yok ve belki Lauren, o beni rahat bırakırsa geri çekilir. Sentra’sını da
    parçalayabilirim gerçi,” diye devam etti, şimdi düşünceliydi. “Eğer bir arabası
    olmazsa, kimseyi baloya götüremez…”
    Bazen olayları yanlış anladığını görmek cesaretlendiriciydi. Tyler’ın ısrarının
    kazayla bir ilgisi yoktu. Lisedeki oğlanları etkileyen cazibesinin farkındaymış gibi
    gözükmüyordu. Bana olan çekiciliğini de görmüyor muydu?
    Ah, bu işe yarıyordu. Zihninin şaşırtıcı gidişatı her zaman ilginçti. İntikam ve
    işkencenin arkasında bir şeyler görmeye, kendimi kontrol etmeye başlamıştım.
    “Bunu duydum.” dedim ona. Konuşmayı kesmişti ve devam etmesine
    ihtiyacım vardı.
    “Duydun mu?” dedi inanamayarak, sonrasında sesi öncekinden daha
    öfkeliydi. “Eğer boyundan aşağı felç olursa da baloya gidemez.”
    Keşke deli gözükmeden ondan bu tehditlerine devam etmeyi istemenin bir
    yolu olsaydı. Beni sakinleştirmek için daha iyi bir şey yapamazdı. Ve sözleri – ona
    göre sadece alay ve abartı – o anda şiddetle ihtiyacım olan bir hatırlatmaydı.
    İç çektim ve gözlerimi açtım.
    “Daha iyi misin?” diye sordu anında.
    “Pek değil.”
    Hayır, daha sakindim; ama daha iyi değildim, çünkü demin Lonnie denen
    canavarı öldüremeyeceğimi anlamıştım ve bunu neredeyse dünyadaki her şeyden
    daha çok istiyordum. Neredeyse.
    Son derece haklı çıkarılabilir bir cinayet işlemekten daha çok istediğim tek şey
    bu kızdı ve ona sahip olamayacağım halde, bunun sadece hayali bile, bu gece katliam
    yapmamı imkansız kılıyordu – böyle bir şeyin ne kadar savunulabilir olduğu önemli
    değildi.
    Bella bir katilden daha iyisini hak ediyordu.
    Katilden başka bir şey olmak için yetmiş yıl harcamıştım. O kadar yıllık çaba,
    beni yanımda oturan kıza layık yapamazdı. Ve yine de, eğer o hayata – bir katilin
    hayatına – bir geceliğine bile geri dönersem, ona ulaşma şansımı tamamen
    kaybederdim. Kanlarını içmesem bile – gözlerimde kırmızı parlayan o kanıt olmasa
    bile – farkı hissetmeyecek miydi?
    Onun için yeterince iyi olmaya çalışıyordum. Bu imkansız bir hedefti.
    Denemeye devam edecektim.
    “Sorun ne?” diye fısıldadı.
    Nefesi burnumu doldurdu ve bana niye onu hak edemeyeceğimi hatırlattı.
    Bütün bunlardan sonra, onu ne kadar sevsem de… hala ağzımı sulandırıyordu.
    Olabileceğim kadar dürüst olacaktım. Bunu ona borçluydum.
    “çıkarıyordu. Derin bir nefes alıp, kokusunun boğazımı kavurmasına izin verdim. “En
    azından, kendimi buna ikna etmeye çalışıyorum.”
    “Ah.”
    Başka hiçbir şey söylemedi. Sözlerimde ne kadarını duymuştu? Gizlice ona
    baktım; ama yüzü okunamıyordu. Muhtemelen şok yüzünden bomboştu. Eh, çığlık
    atmıyordu. Daha değil.
    Bir süre sessizlik oldu. Olmam gereken kişi olmak için kendimle savaştım.
    Olamadığım kişi olmak için.
    “Jessica ve Angela endişelenecekler.” dedi sessizce. Sesi çok sakindi ve bunun
    nasıl olabileceğinden emin değildim. Şokta mıydı? Belki bu gece olanlar daha
    kafasına dank etmemişti. “Onlarla buluşacaktım.”
    Benden uzaklaşmak mı istiyordu? Yoksa sadece arkadaşlarının
    endişelenmesinden mi endişeleniyordu?
    Cevap vermedim; ama arabayı çalıştırdım ve onu geri götürdüm. Kente
    yaklaştıkça, amacımı gerçekleştirmem zorlaşıyordu. O adama o kadar yakındım ki…
    Eğer imkansız olsaydı – eğer bu kızı asla hak edemeyecek olsaydım – o zaman
    adamı cezasız bırakmanın anlamı neydi? Şüphesiz kendime o kadarı için izin
    verirdim…
    Hayır. Vazgeçmeyecektim. Daha değil. Onu, pes edemeyecek kadar çok
    istiyordum.
    Düşüncelerime anlam vermeye başlamadan önce arkadaşlarıyla beraber
    buluşacağı restorandaydık. Jessica ve Angela yemeği bitirmişlerdi ve ikisi de Bella
    için gerçekten endişelilerdi. Karanlık sokağa doğru onu aramak için yola çıkmışlardı.
    Bu onların dolaşması için iyi bir ge–
    “Nasıl bildin, nereye…?” Bella’nın yarım kalan sorusu beni böldü ve başka bir
    pot kırdığımı anladım. Arkadaşlarıyla nerede buluşacağını sormak için dikkatim çok
    dağınıktı.
    Ama soruyu bitirip baskı yapmak yerine, Bella sadece başını salladı ve yarım
    gülümsedi.
    Bu ne demekti?
    Garip kabullenişine kafa patlatmak için vaktim yoktu. Kapıyı açtım.
    “Ne yapıyorsun?” diye sordu afallayarak.
    Gözümün önünden ayrılmana izin vermiyorum. Kendime yalnız kalmak için izin
    vermiyorum. “Seni yemeğe götürüyorum.”
    Eh, bu ilginç olmalıydı. Alice’i alıp, tesadüf eseri Bella ve arkadaşlarının gittiği
    restoranı seçerek yemeğe götürmeyi hayal ettiğim başka bir geceye benziyordu. Ve
    şimdi, pratikte kızla bir randevudaydık. Sadece, bu sayılmazdı, çünkü ona hayır
    deme şansı vermiyordum.
    Ben arabanın önünden dolanana kadar benim gelip açmamı beklemek yerine
    çoktan kapıyı yarım açmıştı – şüphe çekmeyecek hızda hareket etmek genelde bu
    kadar sinir bozucu değildi. Bunun sebebi kendine bir hanımefendi gibi
    davranılmasına alışık olmaması mı, yoksa beni bir centilmen olarak düşünmemesi
    miydi?
    Kız arkadaşları karanlık köşeye ilerledikçe gittikçe daha da çok gerilerek bana
    katılmasını bekledim.
    “Git ve Jessica ile Angela’yı ben onları da takip etmek zorunda kalmadan
    durdur.” diye emrettim çabucak. “Eğer diğer arkadaşlarınla tekrar karşılaşırsam
    kendimi durdurabileceğimden emin değilim.” Hayır. Bunun için yeterince güçlü
    olmazdım.
    Titredi ve sonra kendini hızlıca toparladı. Yarım adım ilerleyip yüksek sesle
    “Jess! Angela!” diye seslendi. Döndüler ve Bella dikkatlerini çekmek için kolunu
    salladı.
    Bella! Ah, güvende! diye düşündü Angela rahatlayarak.
    Çok geç? diye homurdandı Jessica kendi kendine; ama o da Bella kaybolmadığı
    ya da incinmediği için şükran doluydu. Bu onu eskisinden biraz daha çok sevmemi
    sağladı.
    Aceleyle geri döndüler ve beni onun yanında görünce şok olup durdular
    I-ıh! diye düşündü Jess afallayarak. Kesinlikle olamaz!
    Edward Cullen? Onu bulmak için mi tek başına gitti? Ama niye onların kasaba
    dışında olmsıyla ilgili bana soru sorsun ki, eğer o buradaysa… Bella’nın Angela’ya benim
    ailemin okula sık sık gitmediğini sorarkenki mahcup ifadesinden kısa bir görüntü
    yakaladım. Hayır, biliyor olamazdı. diye karar verdi Angela.
    Jessica’nın düşünceleri şaşkınlıktan şüpheye doğru yönelmişti.
    “Neredeydin?” diye sordu Bella’ya bakarak; ama bana da gözünün
    kenarından kaçamak bakışlar atarak.
    “Kayboldum ve sonra Edward’la karşılaştım.” dedi Bella eliyle beni
    göstererek. Ses tonu dikkat çekecek derecede normaldi, sanki bu gece gerçekten
    hiçbir şey olmamış gibi.
    Kesinlikle şokta olmalıydı. Sakinliğinin tek açıklaması buydu.
    “Size katılmamda bir sakınca var mı?” diye sordum – nezaketten; çoktan
    yediklerini biliyordum.
    Kahretsin; ama çok seksi! diye düşündü Jessica, aklı birdenbire tutarsızlaşarak.
    Angela da daha sakin değildi. Keşke yemeseydik. Vay. Sadece. Vay.
    Bunu niye Bella’ya yapamıyordum?
    “Ee… tabi” diyerek kabul etti Jessica.
    Angela kaşlarını kaçttı. “Iı, aslında Bella, biz beklerken yedik.” diye itiraf etti.
    “Kusura bakma.”
    Jessica içinden şikayet etti. Ne? Kes sesini!
    Bella onları rahatlatmak için normal bir şekilde omuzlarını silkti. Kesinlikle
    şoktaydı.
    “Sorun değil – aç değilim.”
    Katılmadım. “Bence bir şeyler yemelisin.” Kan dolaşımına şeker girmesi
    gerekliydi – gerçi zaten varmış gibi yeterince tatlı kokuyordu, diye düşündüm alayla.
    Dehşet ona her an çarpabilirdi ve boş bir mide yardımcı olmazdı. Tecrübemden
    bildiğim üzere kolaylıkla bayılabiliyordu.
    Bu kızlar eğer direkt eve giderlerse tehlike içinde olmayacaklardı. Tehlike
    onları her adımlarında takip etmiyordu.
    Ve Bella’yla yalnız kalmayı tercih ederdim – o benimle yalnız kalmak istediği
    sürece.
    “Bella’yı bu gece eve benim bırakmamın bir sakıncası var mı?” dedim
    Jessica’ya, Bella cevap veremeden. “Böylece o yerken beklemek zorunda
    kalmazsınız.”
    “Ah, sorun olmaz. Sanırım …” Jessica Bella’ya dikkatle bakarak, bunun
    istediği şey olduğuna dair bir işaret aradı.
    Kalmak istiyorum… ama muhtemelen onu kendine istiyor. Kim istemez ki? diye
    düşündü Jess. O sırada, Bella’nın göz kırpmasını izledi.
    Bella göz mü kırpmıştı?
    “Tamam.” dedi Angela çabucak, Bella’nın istediği buysa yoldan çekilmek için
    acele ederek, ve bunu istiyormuş gibi gözüküyordu. “Yarın görüşürüz, Bella…
    Edward.” Adımı sıradan bir tonla söylemek için çabaladı. Sonra Jessica’nın elini tuttu
    ve onu çekmeye başladı.
    Bunun için Angela’ya teşekkür etmenin bir yolunu bulmam gerekecekti.
    Jessica’nın arabası bir sokak lambasının ışığının oluşturduğu parlak bir
    daireye yakındı. Bella kaşlarının arasında bir endişe kıvrımıyla onları arabaya girene
    kadar izledi. O zaman, içinde bulunmuş olduğu tehlikenin tamamen farkında
    olmalıydı. Jessica uzaklaşırken el salladı ve Bella da ona geri el salladı. Derin bir
    nefes alıp bana döndüğünde araba daha gözden kaybolmamıştı.
    “Açıkçası, gerçekten aç değilim.” dedi.
    Konuşmadan önce neden onların gitmesini beklemişti? Hakikaten benimle
    yalnız kalmak istiyor muydu – şimdi, öldürücü öfkeme şahit olduktan sonra bile mi?
    Durum ne olursa olsun, bir şeyler yiyecekti.
    “Dalga geçiyorsun.” dedim.
    Restoran kapısını onun için açtım ve bekledim.
    İç çekip içeri girdi.
    Karşılayıcı görevlinin beklediği platforma doğru onun yanında yürüdüm.
    Bella hala tamamen soğukkanlı gözüküyordu. Ateşini ölçmek için eline, alnına
    dokunmak istedim; ama soğuk elim onu iğrendirirdi, daha önce olduğu gibi.
    Aman Tanrım, karşılayıcının yüksek iç sesi bilincime daldı. Tanrım, Aman
    Tanrım.
    Bu gece benim baş döndürme gecem gibi gözüküyordu ya da sadece Bella’nın
    beni böyle görmesini çok istediğim için, şimdi daha çok fark ediyordum. Her zaman
    kurbanımıza göre çekiciydik. Bunun hakkında daha önce hiç bu kadar
    düşünmemiştim. Genellikle korku, baştaki çekimin yerini çabucak alırdı…
    “İki kişilik bir masa?” diye sordum karşılayıcı konuşmadığında.
    “Ah, ıı, evet. La Bella İtalia’ya hoşgeldiniz.” Mmm! Nasıl bir ses ama! “Lütfen
    beni takip edin.” Düşünceleri meşguldü, hesap yapıyordu.
    Belki kız onun kuzenidir. Kardeşi olamaz, benzemiyorlar; ama aile kesinlikle. Onunla
    beraber olamaz.
    İnsan gözleri bulutluydu; hiçbir şeyi net göremiyorlardı. Bu dar görüşlü kadın
    nasıl benim fiziğimi – kurban için bir tuzağı – çekici bulabiliyordu da, yanımdaki
    kızın yumuşak mükemmelliğini göremiyordu?
    Eh, ona yardım etmeye gerek yok, ne olur ne olmaz, diye düşündü bizi restoranın
    en kalabalık yerindeki aile boyu masaya yönlendirirken. Kız buradayken ona numaramı
    verebilir miyim…?
    Arka cebimden bir banknot çıkardım. İnsanlar işin içine para girdiğinde her
    zaman işbirliğine hazırdı.
    Bella karşı çıkmadan garsonun gösterdiği yere oturuyordu. Ona doğru kafamı
    salladım ve başını kaldırarak merakla bekledi. Evet, bu gece çok meraklı olacaktı.
    Kalabalık, bu konuşma için ideal bir yer değildi.
    “Belki daha özel bir yer?” diye istekte bulundum parayı vererek. Gözleri
    şaşkınlıkla açıldı ve sonra parmakları bahşişin üzerinde kıvrılırken kısıldı.
    “Tabii.”
    Bizi bir bölme duvarının etrafından götürürken paraya göz attı.
    Daha iyi bir masa için elli dolar? Aynı zamanda zengin. Bu mantıklı – bahse girerim
    ki ceketi son maaşımdan daha fazla para ediyordur. Lanet olsun. Niye onunla mahremiyet
    istiyor?
    Bize restoranın sessiz bir köşesinde bizi kimsenin göremeyeceği – ona ne
    söylersem Bella’nın bunlara tepkilerinin görülmeyeceği – bir bölme önerdi.
    Ne kadar tahmin etmişti? Bu gece olanlarla ilgili kendine hangi açıklamayı
    yapmıştı?
    “Burası nasıl?” diye sordu garson.
    “Muhteşem.” dedim ve Bella’ya olan kızgın davranışlarından rahatsız olarak,
    dişlerimi gösterip ona genişçe gülümsedim.
    Vay. “Iı… servisiniz hemen gelecek.” Gerçek olamaz. Mutlaka uyumuş olmalıyım.
    Belki kız kaybolur… belki tabağına ketçapla numaramı yazarım.
    Garip. Hala korkmamıştı. Birdenbire Emmett’in haftalar önce kafeteryada
    benimle alay edişini hatırladım. Bahse girerim, ben onu bundan daha iyi korkutabilirdim.
    Bu yeteneğimi kayıp mı ediyordum?
    “Gerçekten insanlara bunu yapmamalısın.” diye böldü Bella düşüncelerimi,
    onaylamaz bir tonla. “Hiç adil değil.”
    Eleştirici ifadesine bakakaldım. Neyi kastetmişti? Çabalarıma rağmen garsonu
    korkutamamaıştım. “Neyi?”
    “Onları böyle büyülememelisin – kız muhtemelen şimdi mutfakta soluk
    soluğa kalmıştır.”
    Hmm. Bella neredeyse haklıydı. Garson şu anda yarı-tutarlı bir şekilde
    arkadaşına benim hakkımdaki yanlış değerlendirmesini anlatıyordu.
    “Ah, hadi ama,” diye azarladı Bella ben hemen cevap vermeyince. “İnsanlar
    üzerindeki etkini biliyor olmalısın.”
    “Ben insanları büyülüyor muyum?” Bu, durumu ifade etmek için ilginç bir
    yoldu. Bu gece için yeterince doğruydu. Değişikliğin sebebinin ne olduğunu merak
    ediyordum…
    “Fark etmedin mi?” diye sordu hala eleştirerek. “Sence herkes işlerini bu
    kadar kolay halledebiliyor mu?”
    Düşünmeden merakımı seslendirdim. “Seni büyülüyor muyum?” ve sonra
    kelimeler çıkmıştı ve onları geri çağırmak için artık çok geçti.
    Ama ben bu sözleri sesli söylemekten derin bir pişmanlık duymadan önce
    cevapladı, “Sık sık.” Ardından yanakları açık pembe bir renk aldı.
    Onu büyülüyordum.
    Sessiz kalbim, daha önce hissetmediğim kadar şiddetli bir umutla kabardı.
    “Merhaba.” dedi biri, garson, kendini tanıtarak. Düşünceleri bizi
    karşılayandan daha sesli ve açıktı; ama dinlemedim. Onun yerine Bella’nın yüzüne
    baktım. Kanın teninin altında yayılmasını, boğazımı nasıl yaktığını değil, yüzünü
    nasıl aydınlattığını, teninin güzelliğini nasıl belirginleştirdiğini fark ederek izledim.
    Garson benden bir şey bekliyordu. Ah, içecek siparişimizi sormuştu. Bella’ya
    bakmaya devam ettim ve garson da gönülsüzce ona bakmak için döndü.
    “Ben bir kola alayım?” dedi Bella, sanki onay beklermiş gibi.
    “İki kola.” dedim. Susuzluk – normal, insan susuzluğu – şokun belirtilerinden
    biriydi. Sistemine soda ile ekstra şeker aldığından emin olacaktım.
    Sağlıklı görünüyordu gerçi. Sağlıklıdan daha fazlası. Mutlu görünüyordu.
    “Ne?” diye sordu – niye baktığımı merak ettiği için sanırım. Garsonun
    gittiğinin belli belirsiz farkındaydım.
    “Nasıl hissediyorsun?”
    Soruma şaşırarak gözlerini kırpıştırdı. “İyiyim.”
    “Başın dönmüyor, miden bulanmıyor, soğuk hissetmiyor musun?”
    Şimdi kafası daha da karışmıştı. “Öyle mi hissetmeliyim?”
    “Eh, aslında şoka girmeni bekliyorum.” Yarım gülümseyerek itirazını
    bekledim. Kendisiyle ilgilenilmesini istemezdi.
    Cevap vermedi bir dakika aldı. Gözleri hafifçe odağını kaybetmişti. Ona
    gülümsediğimde bazen böyle bakıyordu. O… büyülenmiş miydi?
    Buna inanmaya bayılırdım.
    “Böyle bir şey olacağını sanmıyorum. Hoş olmayan şeyleri bastırmakta her
    zaman iyi olmuşumdur.” diye cevapladı biraz nefessiz kalarak.
    Kötü şeylerle çok fazla mı pratiği vardı yani? Hayatı her zaman böyle tehlikeli
    miydi?
    “Aynı şekilde.” dedim ona. “Vücuduna biraz şeker ve yemek girdiğinde
    kendimi daha iyi hissedeceğim.”
    Garson iki kola ve bir sepet ekmekle döndü. Onları önüme koydu ve bu sırada
    gözlerimi yakalamaya çalışarak siparişimi sordu. Bella’yla ilgilenmesi gerektiğini
    belirttim ve onu dinlememeye devam ettim. Basit bir zihni vardı.
    “Iı…” Bella menüye hızlıca bir bakış attı. “Mantar Ravioli alacağım.”
    Garson istekle bana döndü. “Ve siz?”
    “Ben bir şey almayacağım.”
    Bella hafifçe suratını buruşturdu. Hmm. Hiçbir zaman yemek yemediğimi
    mutlaka fark etmiş olmalıydı. Her şeyi fark etmişti ve ben onun etrafında dikkatli
    olmayı her zaman unutuyordum.
    Tekrar yalnız kalana kadar bekledim.
    “İç.” diye ısrar ettim.
    Karşı çıkmadan uyduğunda şaşırdım. Bardak tamamen boşalana kadar içti,
    ben de kaşlarımı çatarak ikinci kolayı ona doğru ittim. Susuzluk mu, şok mu?
    Biraz daha içti ve titredi.
    “Üşüdün mü?”
    “Hayır, koladan sadece.” dedi; ama dişleri çatırdayacakmış gibi tekrar titredi.
    Giydiği güzel bluz tenini yeteri kadar koruyabilmek için çok inceydi;
    neredeyse birincisi kadar narin bir ikinci deri gibiydi. Çok kırılgan, çok faniydi.
    “Montun yok mu?”
    “Evet.” Etrafına şaşırarak baktı. “Ah – Jessica’nın arabasında unuttum.”
    Jestin vücut ısım tarafından bozulmamış olmasını dileyerek ceketimi
    çıkardım. Ona sıcak bir ceket sunabilmek güzel olurdu. Yanakları yine kızararak
    bana baktı. Şimdi ne düşünüyordu?
    Masanın karşısından ona ceketi uzattım. Hemen giydi ve sonra tekrar titredi.
    Evet, sıcak olmak güzel olurdu.
    “Teşekkürler.” dedi. Derin bir nefes aldı ve sonra ellerini çıkarmak için ceketin
    ona çok uzun gelen kollarını kıvırdı. Başka bir derin nefes aldı.
    Akşam olanlar sonunda yerleşiyor muydu? Rengi hala iyiydi; bluzunun koyu
    mavisine karşı, teni krema gibi ve gül rengiydi.
    “Bu mavi renk teninle çok güzel gözüküyor.” diye iltifat ettim ona, sadece
    dürüst davranarak.
    Etkiyi artırarak kızardı.
    İyi gözüküyordu; ama risk almanın bir manası yoktu. Ekmek sepetini ona
    doğru ittim.
    “Gerçekten.” diye karşı çıktı. “Şoka girmeyeceğim.”
    “Girmelisin – normal bir insan girmeli. Sarsılmış bile gözükmüyorsun.”
    Onaylamaz bir ifadeyle niye normal olamadığını, sonra da bunu gerçekten isteyip
    istemediğimi merak ederek, ona baktım.
    “Seninleyken kendimi güvende hissediyorum.” dedi, gözleri yine güvenle
    dolu olarak. Hak etmediğim güvenle.
    İçgüdüleri tamamen yanlıştı. Problem mutlaka bu olmalıydı. Tehlikeyi bir
    insanın algılayabilmesi gerektiği gibi tanımıyordu. Tepkileri tamamen tersti. Kaçmak
    yerine duruyor, onu korkutması gereken şeye çekiliyordu…
    İkimiz de bunu istemiyorken onu kendimden nasıl koruyacaktım?
    “Bu planladığımdan daha da karışık.” diye mırıldandım.
    Sözlerimi kafasında döndürdüğünü görebiliyordum ve onladan ne anlam
    çıkardığını merak ediyordum. Bir dilim ekmek aldı ve ne yaptığının farkındaymış
    gibi gözükmeden yemeye başladı. Bir süre çiğnedi ve sonra kafasını düşünceyle yana
    doğru eğdi.
    “Gözlerin açık renkli olduğunda genelde daha iyi bir ruh halinde oluyorsun.”
    dedi sıradan bir sesle.
    Gerçeğe bu kadar yaklaşmış gözlemi beni sersemletti. “Ne?”
    “Gözlerin siyahken her zaman daha aksisin. Bunun hakkında bir teorim var.”
    diye ekledi umursamaz bir havayla.
    Yani kendi açıklaması vardı. Tabii ki vardı. Gerçeğe ne kadar yaklaştığını
    düşünürken derin bir korku hissettim.
    “Başka teoriler?”
    “Mm-hm.” Tamam kayıtsızca, yeni bir ısırık alıp çiğnedi. Sanki bir canavarın
    özelliklerini, canavarın kendisiyle tartışmıyormuş gibi.
    “Umarım bu sefer daha yaratıcısındır…” diye yalan söyledim devam
    etmeyince. Gerçekten umduğum şey, yanılmış olmasıydı – gerçeğin çok uzağında
    olması. “Yoksa fikirlerini hala çizgi romanlardan mı çalıyorsun?”
    “Eh, hayır, bunu bir çizgi romandan almadım.” dedi biraz utanarak. “Ama
    kendi başına da ortaya çıkmadı.”
    “Ve?” diye sordum dişlerimin arasından.
    Şüphesiz çığlık atmak üzere olsaydı bu kadar sakin konuşmazdı.
    Dudağını ısırıp tereddüt ederken, garson Bella’nın yemeğiyle tekrar geldi.
    Bella’nın önüne tabağı koyup bana bir şey isteyip istemediğimi sorduğunda
    dikkatimi pek vermedim.
    Reddettim; ama daha fazla kola istedim. Boş bardakları fark etmemişti. Onları
    aldı ve gitti.
    “Ne diyordun?” dedim endişeyle yine yalnız kaldığımız anda.
    “Arabada söylerim.” dedi alçak sesle. Ah, bu kötü olacaktı. Başkalarının
    etrafında tahminlerini söylemek istemiyordu. “Eğer…” diye ekledi aniden.
    “Şartların mı var?” O kadar gerilmiştim ki kelimeleri neredeyse
    homurdanmıştım.
    “Birkaç sorum olacak tabii ki.”
    “Tabii ki.” dedim, sesim sertti.
    Soruları muhtemelen düşüncelerinin nereye yönlendiğini anlamama yeterli
    olacaktı; ama onlara nasıl cevap verecektim? Sorumlu yalanlarla? Yoksa gerçekle onu
    kaçıracak mıydım? Yoksa karar veremeyip hiçbir şey söyleyemeyecek miydim?
    Garson sodaları yenilerken sessizlik içinde oturduk.
    “Peki, sor.” dedim kız gittiğinde çenem kilitli bir şekilde.
    “Niye Port Angeles’tasın?”
    Bu çok kolay bir soruydu – onun için. Benim cevabım eğer dürüst olursa çok
    fazla şey açığa çıkaracakken, onun sorusu hiçbir şey ele vermiyordu.
    “Sonraki.” dedim.
    “Ama bu en kolay olanıydı!”
    “Sonraki.” dedim tekrar.
    Olumsuz cevabımdan rahatsız olmuştu. Gözlerini benden ayırıp yemeğine
    baktı. Yavaşça, düşünceli halde bir ısırık aldı ve ihtiyatla çiğnedi. Biraz kola içti ve
    sonunda bana baktı. Gözleri şüpheyle kısılmıştı.
    “Tamam o zaman,” dedi. “Diyelim ki, varsayım olarak tabii, biri… insanların
    ne düşündüğünü bilebiliyor, bilirsin, zihin okuyabiliyor – birkaç istisna dışında.”
    Daha kötü olabilirdi.
    Bu arabadaki yarım gülümsemeyi açıklıyordu. Hızlıydı – bunu daha önce
    kimse tahmin edememişti. Carlisle dışında ve o zaman, başta, çok açıktı. Ben
    düşüncelerine sanki bana söylemiş gibi cevap verdiğimde, benden önce anlamıştı…
    Bu soru çok kötü değildi. Benimle ilgili bir sorun olduğunu bildiği gayet
    netken, olabileceği kadar ciddi değildi. Sonuçta zihin-okuma yeteneği vampir
    özellikleri içinde değildi.
    “Sadece bir.” diye düzelttim. “Varsayım olarak.”
    Bir gülümsemeyle savaştı – kararsız dürüstlüğüm onu memnun etmişti. “Peki,
    bir istisnayla o zaman. Bu nasıl çalışıyor? Limitler neler? Nasıl… o kişi… başka birini
    tam zamanında bulabiliyor? Onun başının belada olduğunu nasıl bilebiliyor?”
    “Varsayarsak?”
    “Tabii.” Dudakları kıvrıldı, berrak kahverengi gözleri istekliydi.
    “Evet,” tereddüt ettim. “Eğer… o kişi…”
    “Ona ‘Joe’ diyelim.” diye önerdi.
    İsteğine gülümsemek zorunda kaldım. Hakikaten gerçeğin iyi bir şey olacağını
    mı düşünüyordu? Eğer sırlarım hoş olsa, ondan saklamamamın sebebi ne olabilirdi
    ki?
    “Joe o zaman.” diye katıldım. “Eğer Joe dikkat ediyor olsaydı, zamanlamanın
    bu kadar tam olmasına gerek kalmazdı.” Kafamı salladım ve bugün geç kalmaya ne
    kadar yakın olduğumu düşününce bir titremeyi bastırdım. “Sadece sen bu kadar
    küçük bir kasabada başını belaya sokabilirsin. Son on yıllık suç oranlarını
    mahvedebilirdin.”
    Dudakları kenarlarından aşağıya doğru indi. “Bir varsayım hakkında
    konuşuyorduk.”
    Kızgınlığına güldüm.
    Dudakları, teni… Çok yumuşak görünüyordu. Onlara dokunmak istiyordum.
    Parmağımın ucuyla kaşlarının arasındaki buruşukluğu yok etmek istiyordum.
    İmkansız. Benim tenim ona tiksindirici gelirdi.
    “Evet, öyleydi.” dedim kendi moralimi daha fazla bozmadan konuşmaya
    dönerek.
    “Sana ‘Jane’ diyelim mi?”
    Masanın karşısından bana doğru eğildi, bütün öfke ve alay büyük gözlerinden
    gitmişti.
    “Nasıl bildin?” diye sordu alçak ve kuvvetli bir sesle.
    Ona gerçeği söylemeli miydim? Ve eğer öyle yaparsam ne kadarını?
    Ona söylemek istiyordum. Yüzünde hala olan o güveni hak etmek istiyordum.
    “Bana güvenebileceğini biliyorsun.” diye fısıldadı ve ellerime dokunacakmış
    gibi kendi elini ileri doğru uzattı.
    Buz gibi, taş ellerime vereceği tepkinin düşüncesinden nefret ederek onları
    geri çektim ve o da elini indirdi.
    Ona sırlarımı koruması konusunda güvenebileceğimi biliyordum; tamamen
    güvene layıktı; ama onlardan korkmaması konusunda güvenemezdim. Korkması
    gerekirdi. Gerçek korkunçtu.
    “Artık başka bir seçeneğim olduğunu sanmıyorum.” diye mırıldandım. Bir
    kere ‘son derece dikkatsiz’ diyerek onunla alay ettiğimi hatırladım. Gücendirmiştim,
    eğer yüz ifadelerini doğru değerlendiriyorsam. “Yanılmışım – düşündüğümden çok
    daha dikkatlisin.” Ve muhtemelen farkında olmamasına rağmen, bunu çoktan
    biliyordum. Hiçbir şey kaçırmıyordu.
    “Her zaman haklı olduğunu sanıyordum.” dedi benimle alay ederken gülerek.
    “Önceden öyleydim.” Eskiden ne yaptığımı biliyordum, eskiden gidişatımdan
    her zaman emin olurdum; ama şimdi her şey kaos ve kargaşa içindeydi.
    Yine de bunu değişmezdim. Mantıklı olan o hayatı istemiyordum. Eğer kaos
    Bella’yla birlikte olabileceğim anlamına geliyorsa değil.
    “Seninle ilgili başka bir şeyde de yanılmışım,” diye devam ettim. “Kaza
    mıknatısı değilsin – bu yeterince geniş bir sınıflandırma değil. Bela mıknatısısın. Eğer
    on millik alan içinde tehlikeli bir şey varsa, her zaman seni buluyor.” Niye o?
    Bunların herhangi birini hak etmek için ne yapmıştı?
    Bella’nın yüzü yine ciddileşti. “Ve sen de kendini bu kategoriye mi
    koyuyorsun?”
    Dürüstlük bu sorusunda diğerlerinden daha önemliydi. “Kesinlikle.”
    Gözleri hafifçe kısıldı – şimdi şüpheyle değil; ama garip bir şekilde endişeyle.
    Ellerini masanın karşısına doğru yavaşça ve ihtiyatla tekrar uzattı. Ellerimi ondan bir
    santim geriye çektim; ama bana dokunmaya kararlı halde bunu görmezden geldi.
    Nefesimi tuttum – bu sefer kokusu yüzünden değil; ama ani, kahredici gerilimle.
    Korku. Tenim onu iğrendirirdi. Kaçardı.
    Parmak uçlarıyla elimin arkasına hafifçe dokundu. İstekli, nazik
    dokunuşunun sıcaklığı, daha önce hissettiğim hiçbir şeye benzemiyordu. Neredeyse
    katıksız zevkti. Olabilirdi, korkuyor olmasaydım. O tenimin soğukluğunu ve
    sertliğini hissederken hala nefes alamayarak yüzünü izledim.
    Yarım bir gülümseme dudaklarının kenarlarını yukarı doğru kıvırdı.
    “Teşekkür ederim.” dedi istekli gözleriyle benim gözlerim buluştuğunda.
    “Şimdi iki etti.”
    Yumuşak parmakları orada olmayı hoş bulmuşlar gibi elimin üzerinde kaldı.
    Ona verebileceğim en sıradan şekilde cevap verdim. “Üçüncüyü denemeyelim
    olur mu?”
    Yüzünü buruşturdu; ama başını salladı.
    Elimi onun elinin altından çektim. Dokunuşu ne kadar muhteşem hissettirse
    de, toleransının sihrinin geçip, tiksinmeye dönüşmesini beklemeyecektim. Ellerimi
    masanın altına sakladım.
    Gözlerini okudum; zihni sessiz olsa da, orada hem güven hem de merak
    görebiliyordum. O anda sorularını cevaplamak istediğimi anladım. Ona borçlu
    olduğumdan değil. Bana güvenmesini istediğimden değil.
    Beni tanımasını istiyordum.
    “Seni Port Angeles’a kadar takip ettim.” dedim ona, kelimeler
    düzeltemeyeceğim kadar hızlı dökülüyordu. Gerçeğin tehlikesini, aldığım riski
    biliyordum. Her an, doğal olmayan sakinliği histeriye dönüşebilirdi. Aksine, bunu
    bilmek sadece daha hızlı konuşmama neden oluyordu. “Daha önce hiç belirli bir
    insanı hayatta tutmaya çalışmamıştım ve bu düşündüğümden de zormuş; ama bu
    muhtemelen sadece sen olduğun için. Normal insanlar günlerini kazasız belasız
    geçiriyorlar.”
    Onu izleyerek bekledim.
    Gülümsedi. Dudakları köşelerinden yukarı kıvrıldı ve çikolata renkli gözleri
    samimileşti.
    Biraz önce onu gizlice takip ettiğimi itiraf etmiştim ve o gülümsüyordu.
    “Belki de benim kaderim o minibüs olayına kadardı, kaderle oynadığını
    düşünmüyor musun?” diye sordu.
    “O ilk değildi.” dedim masanın koyu kestane rengi örtüsüne, omuzlarım
    utançtan çökmüş bir halde bakarak. Bariyerlerim inmişti, gerçek hala düşünmeden
    dökülüyordu. “Senin kaderin benimle tanışana kadardı.”
    Bu gerçekti ve beni öfkelendiriyordu. Ben hayatına bir giyotin bıçağı gibi
    yerleştirilmiştim. Sanki zalim, adil olmayan bir kaderle ölüme işaretlenmişti ve bu
    aynı kader onu öldürmeye çalışmaya devam ediyordu. Kaderi bir kişi olarak hayal
    ettim – korkunç, kıskanç bir cadaloz, kinci acımasız bir kadın.
    Bundan sorumlu bir şey, biri istedim – o sayede savaşabileceğim somut bir şey
    olurdu. Yok edecek bir şey, herhangi bir şey, böylece Bella güvende olabilirdi.
    Çok sessizdi; soluğu hızlanmıştı.
    Beklediğim korkuyu sonunda göreceğimi bilerek ona baktım. Daha demin onu
    öldürmeye ne kadar yakın olduğumu itiraf etmemiş miydim? Minibüsün ona
    çarpmaya santimler kala olduğundan daha yakın. Ve yine de yüzü hala sakindi,
    gözleri hala sadece endişeyle kısıktı.
    “Hatırlıyor musun?” Bunu hatırlıyor olmalıydı.
    “Evet.” dedi, sesi tonu düz ve ciddiydi. Derin gözleri farkındalıkla doluydu.
    Biliyordu. Onu öldürmek istemiş olduğumu biliyordu.
    Çığlıklar neredeydi?
    “Ve hala burada oturuyorsun.” dedim.
    “Evet, buradayım… senin sayende.” Kurnazca olmayan bir şekilde konuyu
    değiştirirken yüz ifadesi değişti ve meraklandı. “Çünkü sen bir şekilde bugün beni
    nasıl bulacağını biliyordun…?”
    Ümitsizce düşüncelerini koruyan duvarları tekrar ittim. Bu bana hiç mantıklı
    gelmiyordu. Ortada gerçek varken nasıl kalanıyla ilgilenebilirdi?
    Sadece merakla bekledi. Yüzü bembeyazdı, bu onun için doğaldı; ama yine de
    beni endişelendiriyordu. Yemeği önünde neredeyse dokunulmamış halde
    duruyordu.
    “Sen ye, ben konuşacağım.”
    Saniyenin yarısı kadar düşündü ve sonra sakinliğine ters düşen bir hızla bir
    ısırık aldı. Cevabım için gözlerinden görmeme izin verdiğinden daha heyecanlıydı.
    “Bu olması gerekenden daha zor – seni takip etmek.” dedim ona. “Genelde bir
    kere zihnini duyduğumda birini kolaylıkla bulabilirim.”
    Bunu söylerken yüzünü dikkatlice izledim. Doğru tahmin etmek bir şeydi,
    onaylanması başka bir şey.
    Hareketsizdi, gözleri büyümüştü. Paniğini beklerken dişlerimin birbirine
    kenetlendiğini hissettim.
    Ama bir kere gözlerini kırpıştırdı, sesli bir şekilde yuttu ve çabucak ağzına
    başka bir lokma attı. Devam etmemi istedi.
    “Jessica’yı takip ediyordum.” diye devam ettim. “Pek dikkatli değil – dediğim
    gibi, sadece sen Port Angeles’ta başına bela alabilirsin.” Bunu eklemeden
    duramadım. Diğer insanların hayatlarının ölüm kıyısındann dönme deneyimleriyle
    bu kadar dolu olmadığını fark etmiş miydi, yoksa normal olduğunu mu
    düşünüyordu? O, şimdiye kadar tanıştığım, normallikten en uzak kişiydi. “Ve başta
    onlardan ayrıldığını fark etmedim. Sonra, artık onunla olmadığını anladığımda,
    kafasında gördüğüm kitapçıya gittim. İçeri girmediğini söyleyebilirdim ve güneye
    gittiğini… ve kısa zaman içinde geri döneceğini biliyordum. O yüzden sadece seni
    bekliyor, biri seni fark etmişse, nerede olduğunu öğrenmek için rastgele sokaktaki
    insanların düşüncelerini tarıyordum. Endişelenmek için hiçbir sebebim yoktu… ama
    garip bir şekilde gergindim…” O panik duygusunu hatırladığımda soluğum
    hızlandı. Kokusu boğazımı yaktı ve ben memnun kaldım. Bu, onun canlı olduğu
    anlamına gelen bir acıydı. Ben yandığım sürece, o güvendeydi.
    “Arabayla daireler halinde dolaşmaya başladım, hala… dinleyerek.”
    Kelimenin ona mantıklı gelmesini umdum. Bu mutlaka kafa karıştırıcı olmalıydı.
    “Güneş batıyordu, çıkıp seni yaya olarak takip etmeye başlamak üzereydim. Ve
    sonra–”
    Hatıra beni ele geçirdiğinde – sanki o an tekrar yaşanıyor gibi kusursuz
    derecede net ve gerçekçi – vücudumda aynı öldürücü öfkeyi hissettim.
    Onun ölmesini istiyordum. Onun ölmesine ihtiyacım vardı. Kendimi masada
    tutmaya çalışırken çenem kilitlendi. Bella’nın hala bana ihtiyacı vardı. Önemli olan
    oydu.
    “Sonra, ne?” diye fısıldadı, koyu gözleri büyüktü.
    “Ne düşündüklerini duydum.” dedim dişlerimin arasından, kelimelerin
    ağzımdan homurdanma olarak çıkmasını engelleyemeyerek. “Aklında senin yüzünü
    gördüm.”
    Öldürme arzusuna zorlukla karşı koyabildim. Onu nerede bulacağımı hala
    biliyordum. Karanlık düşünceleri gökyüzündeydi, beni kendilerine çekiyorlardı…
    İfademin bir canavara, avcıya, katile ait olduğunu bilerek yüzümü kapadım.
    Kendimi kontrol edebilmek için kapalı gözlerimin arkasına onun resmini
    yerleştirdim, sadece onun yüzüne odaklandım. Kemiklerinin narin yapısına, beyaz
    teninin inceliğine – sanki camın üzerine ipek gerilmiş gibi, inanılmaz derecede
    yumuşak ve kırılması kolay. Bu dünya için çok savunmasızdı. Bir koruyucuya
    ihtiyacı vardı. Ve, kaderin çarpık, kötü yönetimiyle, ben uygun olan en yakın şeydim.
    Sert tepkimi anlayabilmesi için ona açıklama yapmaya çalıştım.
    “Bu çok… zordu – ne kadar zor olduğunu hayal edemezsin – seni oradan alıp,
    onları… canlı bırakmak.” diye fısıldadım. “Jessica ve Angela’yla gitmene izin
    verebilirdim; ama beni yalnız bırakırsan onları aramaya gitmekten korktum.”
    Bu gece ikinci kez, bir cinayet işlemeye niyetlendiğimi itiraf etmiştim. En
    azından bu seferki savunulabilirdi.
    Ben kendimi kontrol etmeye çabalarken, o sessizdi. Kalp atışlarını dinledim.
    Ritim düzensizdi; ama zaman geçtikçe, düzenli olana kadar yavaşladı. Soluk alıp
    verişi de alçak ve düzenliydi.
    Kıyıya çok yakındım. Onu eve götürmem gerekiyordu… önce…
    O zaman o adamı öldürür müydüm? Bella bana yine güvenirken bir katile
    dönüşür müydüm? Kendimi durdurabilmenin bir yolu var mıydı?
    Yalnız kaldığımızda son teorisini söyleyeceğine söz vermişti. Duymak istiyor
    muydum? Bunun için heyecanlıydım; ama merakımın sonucu, bilmemekten daha
    kötü olur muydu?
    Her şekilde, bir gece için yeterince gerçek öğrenmiş olmalıydı.
    Ona tekrar baktım, yüzü öncekinden daha beyazdı; ama toparlanmıştı.
    “Eve gitmeye hazır mısın?” diye sordum.
    “Buradan gitmeye hazırım.” dedi sanki basit bir ‘evet’ söylemek istediği şeyi
    tamamen karşılamıyormuş gibi, kelimeleri dikkatle seçerek.
    Sinir bozucu.
    Garson geri döndü. Bella’nın son cümlesini duymuştu, bana ne
    önerebileceğini merak ediyordu. Aklındaki bazı önerilere gözlerimi devirmek
    istedim.
    “Nasılız?” diye sordu bana.
    “Hesabı alabiliriz, teşekkürler.” dedim, gözlerim Bella’da.
    Garsonun soluğu tıkandı, bir anlığına – Bella’nın deyişiyle – sesimden
    büyülenmişti.
    Bu önemsiz insanın kafasında sesimin nasıl duyulduğunu işittiğimde, neden
    bu gece bu kadar beğeni topladığımı anladım.
    Bu Bella yüzündendi. Onun için güvenli, daha az korkutucu ve insan olmaya
    çok fazla çalışarak, gerçekten şiddetimi kaybetmiştim. Kişisel dehşetim böyle dikkatli
    bir şekilde kontrol altındayken, diğer insanlar sadece güzellik görüyorlardı.
    Kendini toparlamasını bekleyerek garsona baktım. Sebebini anladığım için
    şimdi bir nevi komikti.
    “Tabii.” diye kekeledi. “İşte.”
    Fişin altına sıkıştırdığı kardı düşünerek hesabı uzattı. Üzerinde ismi ve telefon
    numarası olan kardı.
    Evet, bu oldukça komikti.
    Para hazırdı. Ona hesabı çabucak geri verdim, o sayede asla gelmeyecek bir
    telefonu bekleyerek vaktini harcamazdı.
    “Üstü kalsın.” dedim, bahşişin büyüklüğünün hayal kırıklığını azaltacağını
    umarak.
    Ayağa kalktım ve Bella hızlıca takip etti. Ona elimi vermeyi istiyordum; ama
    bunun bir gece için şansımı biraz fazla zorlamak olabileceğini düşündüm. Gözlerim
    onun yüzünden ayrılmadan garsona teşekkür ettim. Bella da eğlenceli bir şey bulmuş
    gibi görünüyordu.
    Dışarı yürüdük; yanında cesaret edebileceğim en yakın şekilde yürüdüm.
    Vücudundan yayılan sıcaklığı, kendi vücudumun sol kısmında fiziksel bir
    dokunuş gibi hissetmeme yetecek kadar yakın.
    Kapıyı onun için tutarken, sessizce iç çekti ve onu neyin üzdüğünü merak
    ettim.
    Gözlerine baktım, tam soracakken, utanmış görünerek yere baktı. Bu beni
    sormaya isteksizleştirse bile, daha da meraklandırdı. Araba kapısını ona açıp, içeri
    girerken aramızdaki sessizlik devam etti.
    Isıtıcıyı çalıştırdım – sıcak hava aniden soğumuştu; soğuk araba onun için
    mutlaka rahatsız edici olmalıydı. Dudaklarında küçük bir gülümsemeyle ceketime
    sokuldu.
    Kaldırım ışıkları solana kadar konuşmayı erteleyerek bekledim. Bu onunla
    daha yalnızmışım gibi hissettirdi.
    Doğru olan neydi? Şimdi sadece ona odaklandığım için, araba çok küçük
    gözüküyordu. Kokusu ısıtıcının şartlarıyla büyüyüp güçlenerek girdap gibi döndü.
    Arabada ayrı bir varlık gibi, kendi gücüne ulaştı. Tanınma talep eden bir varlık.
    Bunu başardı; yandım. Yanmak kabul edilebilirdi gerçi. Bana garip bir şekilde
    yerinde gözüküyordu. Bu gece çok şey ele vermiştim – beklediğimden de çok ve o
    hala buradaydı, hala kendi isteğiyle yanımdaydı. Buna karşılık bir şey borçluydum.
    Bir fedakarlık. Bir yanma adağı.
    Eğer sadece burada tutabilirsem; sadece yanma ve başka hiçbir şey; ama zehir
    ağzımı doldurmuş, kaslarım umutla gerilmişti, avlanıyormuşum gibi…
    Böyle şeyleri zihnimden uzak tutmak zorundaydım ve dikkatimi neyin
    dağıtacağını biliyordum.
    “Şimdi,” dedim, cevabından duyduğum korku yanmanın keskinliğini alırken.
    “Sıra sende.”
    Bazen öfkemle ilgili problem yaşıyorum Bella.” Sesimdeki doğal olan dehşeti
    hem duymamasını hem de duymasını dileyerek, karanlık geceyi izledim. Daha çok,
    duymamasını dileyerek. Kaç Bella, kaç. Kal Bella, kal. “Geri dönüp onları avlamak
    benim için hiç de iyi…” Sadece düşüncesi bile neredeyse beni arabadan dışarı çıkardı.

      Forum Saati Salı Mayıs 14, 2024 2:23 am