GECE YARISI GÜNEŞİ

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
GECE YARISI GÜNEŞİ

yok


    GECE YARISI GÜNEŞİ (AÇIK KİTAP) 2.BÖLÜM

    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 13
    Kayıt tarihi : 31/01/10
    Nerden : ANKARA

    GECE YARISI GÜNEŞİ (AÇIK KİTAP) 2.BÖLÜM Empty GECE YARISI GÜNEŞİ (AÇIK KİTAP) 2.BÖLÜM

    Mesaj  Admin Salı Şub. 02, 2010 12:24 am

    AÇIK KİTAP
    Sırtımı kar yığınının arkasına yasladım, kuru pudra ağırlığımın etrafında yeniden şekillendi. Tenim etrafımdaki havayla uyum sağlamak için soğumuştu ve altımdaki küçük buz parçalarını kadife gibi hissediyordum. Üstümdeki gökyüzü duruydu, bazı yerlerde mavi, bazı yerlerde sarı olarak ışıyan yıldızlarla parlaktı. Siyah evrende şahane, dönen şekiller yaratmışlardı – mükemmel bir görüntü. Harika güzellikle. Ya da, harika güzellikte olurdu. Olurdu, eğer gerçekten görebiliyor olsaydım.
    Hiç iyiye gitmiyordu. Altı gün geçmişti, altı gün bu boş Denali sahrasında saklanmıştım; ama özgürlüğe, onun kokusunu yakaladığım anda olduğumdan daha yakın değildim.
    Mücevherlerle dolu gökyüzüne baktığım zaman, sanki güzellikleriyle gözlerim arasında bir engel var gibiydi. Bu engel bir yüzdü, sadece sıradan bir insan yüzü; fakat onu aklımdan çıkaramıyordum.
    Yaklaşan düşünceleri, onlara eşlik eden ayak seslerinden önce duydum. Hareketin sesi pudranın üzerinde sadece hafif bir fısıltıydı.
    Tanya’nın beni buraya kadar takip etmesine şaşırmamıştım. Son birkaç gündür, şimdi yaklaşan bu konuşma üzerine düşündüğünü ve ne söyleyeceğinden tam olarak emin olana kadar ertelediğini biliyordum.
    Yaklaşık altmış yarda ötede, siyah bir kayanın üzerine sıçrayıp, çıplak ayaklarıyla dengesini sağlarken görüş alanıma girdi.
    Tanya’nın teni yıldızların ışığı altında gümüştü ve uzun sarı bukleleri soluk bir şekilde parıldıyordu, çilek rengi tonuyla neredeyse pembeydi. Kehribar gözleri, o, kara yarı gömülü halde beni izlerken parıldadı ve dolgun dudakları bir gülümsemeyle uzadı.
    Harika. Eğer gerçekten görebiliyor olsaydım. İç çektim.
    Kayanın tepesinde, parmak uçları taşa dokunarak çömeldi, vücudu gerildi.
    Top güllesi , diye düşündü.
    Kendini havaya fırlattı; şekli yıldızlarla benim arama girdiği sırada karanlık, dönen bir gölgeye dönüştü. Tam yanımdaki kar yığınına yaklaştığı zaman top halinde kıvrıldı.
    Etrafımda bir tipi uçtu. Tüye benzeyen buz kristalleri altına gömüldüğümde yıldızlar karardı.
    Tekrar iç çektim; ama kendimi yukarı çıkarmak çiin hiçbir harekette bulunmadım. Karın altındaki siyahlık ne acıtıyor, ne de görüşümü geliştiriyordu. Hala aynı yüzü görüyordum.
    “Edward?”
    Tanya beni hızlıca çıkartırken kar yine uçuyordu. Gözlerimle pek buluşmadan, hereketsiz yüzümden kar tanelerini silkeledi.
    “Özür dilerim.” dedi mırıldanarak. “Şakaydı.”
    “Biliyorum. Komikti.”
    Ağzı aşağı doğru kıvrıldı.
    “Irina ve Kate seni yalnız bırakmam gerektiğini söylediler. Seni rahatsız ettiğimi düşünüyorlar.”
    “Hayır, hiç etmiyorsun.” diye güvence verdim. “Aksine, kaba olan benim – fena derecede kaba. Çok özür dilerim.”
    Eve gidiyorsun değil mi ? diye düşündü.
    “Henüz buna… tam olarak… karar vermedim.”
    Ama burada kalmıyorsun. Düşünceleri şimdi dalgındı, hüzünlü.
    “Hayır… yardımcı oluyor gibi gözükmüyor.”
    Yüzünü buruşturdu. “Bu benim suçum değil mi?”
    “Tabii ki hayır.” dedim yumuşakça yalan söyleyerek.
    Centilmenlik yapma.
    Gülümsedim.
    Rahatsız olmana neden oluyorum , diye suçladı.
    “Hayır.”
    Kaşını kaldırdı, ifadesi o kadar kuşkuluydu ki, gülmek zorunda kaldım. Başka bir iç çekişin takip ettiği kısa bir kahkaha.
    “Pekala.” diye itiraf ettim. “Biraz.”
    O da iç çekti ve çenesini ellerine aldı. Düşünceleri üzüntülüydü.
    “Yıldızlardan binlerce kez daha güzelsin Tanya. Tabii, zaten bunun farkındasın. İnadımın kendine olan güvenini yok etmesine izin verme.”
    “Reddedilmeye alışık değilim.” diye homurdandı, dudağını alımlı bir şekilde büktü.
    “Kesinlikle.” dedim, binlerce başarılı fethi hızla kafasından geçerken düşüncelerini engellemeye çalışarak. Tanya insan erkeklerini tercih ederdi – yumuşak ve sıcak olma avantajı ile beraber, daha çoklardı ve kesinlikle daha isteklilerdi.
    “Succubus.” dedim alayla, kafasında belirmeye devam eden görüntüleri bölme umuduyla.
    Dişlerini göstererek sırıttı. “Orijinal.”
    Carlisle’ın aksine, Tanya ve kardeşleri bilinçlerini yavaş yavaş keşfetmişlerdi. Sonunda, onları kan dökmeye karşı getiren etken, insan erkeklerine olan düşkünlükleriydi.
    “Sen buraya geldiğinde,” dedi yavaşça. “Ben sandım ki…”
    Ne düşündüğünü biliyordum ve böyle hissedeceğini tahmin etmem gerekirdi; ama geldiğimde çözümsel düşünmek için en iyi halimde değildim.
    “Fikrimi değiştirdiğimi düşündüm.”
    “Evet.” Kaşlarını çattı.
    “Beklentilerinle oynadığım için kendimi çok kötü hissediyorum Tanya. Böyle yapmak istememiştim – düşünmüyordum. Sadece… çok aceleyle ayrılmıştım.”
    “Sanırım sebebini söylemezsin…?”
    Doğruldum ve kollarımı bacaklarıma dolayıp savunma amaçlı kıvrıldım. “Bunun hakkında konuşmak istemiyorum.”
    Tanya, Irina ve Kate kalkıştıkları bu hayatta çok iyilerdi. Çeşitli konularda Carlisle’dan bile. Avları olması gerekenlerle –bir zamanlar olanlarla- kendilerine izin verdikleri delice yakınlığa rağmen; hata yapmıyorlardı. Zayıflığımı Tanya’ya itiraf etmeye çok utanıyordum.
    “Kadın problemi mi?” diye tahmin yürüttü isteksizliğimi görmezden gelerek.
    Soğukça güldüm. “Kastettiğin şekilde değil.”
    Sonra sessizleşti. Kelimelerimin anlamını çözmek için değişik tahminler yürütürken düşüncelerini dinledim.
    “Yaklaşamadın bile.” dedim.
    “Bir ipucu?” diye sordu.
    “Lütfen bırak Tanya.”
    Yine sessizleşti, hala tahmin etmeye çalışıyordu. Onu duymazdan gelip boş yere yıldızların güzelliğini görmeye çalıştım.
    Bir süre sonra vazgeçti ve düşünceleri başka bir yöne gitti.
    Nereye gideceksin Edward, eğer buradan ayrılırsan? Carlisle’a mı döneceksin?
    “Sanmıyorum.” diye fısıldadım.
    Nereye gidecektim? Dünyada ilgimi çeken hiçbir yer yoktu. Görmek ya da yapmak istediğim hiçbir şey yoktu, çünkü nereye gidersem gideyim, bir yere doğru gidiyor olmayacaktım – bir yerden uzağa kaçıyor olacaktım.
    Bundan nefret ediyordum. Ne zaman böyle bir ödleğe dönüşmüştüm?
    Tanya ince kolunu omzuma attı. Dikeldim; ama dokunuştan çekilmedim. Arkadaşça bir rahatlatmadan başka bir şey kastetmemişti. Çoğunlukla.
    “Bence geri döneceksin.” dedi, sesinde uzun zaman önce kaybolmuş Rus aksanından ufak bir iz belirerek. “Peşini bırakmayan her ne… ya da her kim olursa olsun, onunla yüzleşeceksin. Sen böyle birisin.”
    Düşünceleri sözleri kadar emindi. Aklındaki görüntüyü benimsemeye çalıştım. Sorunlarla yüzleşen kişiyi. Kendimi tekrar böyle düşünmek hoştu. Hiçbir zaman cesaretim ve zoruklarla başa çıkma becerimden şüphe duymamıştım, bir lisenin biyoloji dersinde geçirdiğim o korkunç saatten önce.
    Yanağından öptüm. Yüzünü bana döndürdüğünde çabucak geri çekildim, dudakları çoktan büzülmüştü. Hızıma acıklı bir ifadeyle gülümsedi.
    “Teşekkürler Tanya, bunu duymaya ihtiyacım vardı.”
    Düşünceleri huysuzlaştı. “Bir şey değil, sanırım. Keşke daha mantıklı olabilsen Edward.”
    “Üzgünüm Tanya. Benim için fazla iyi olduğunu biliyorsun. Ben sadece… daha aradığımı bulamadım.”
    “Pekala, eğer seni tekrar görmeden önce gidersen… hoşçakal Edward.”
    “Hoşçakal Tanya.” Kelimeler dudaklarımdan dökülürken, görebiliyordum. Kendimi giderken görebiliyordum, olmak istediğim tek yere giderken… “Tekrar teşekkürler.”
    Tek çevik bir harekette ayaktaydı ve o kadar hızlı koşuyordu ki, ayağının kara batacak vakti olmuyordu; arkasında hiç iz bırakmıyordu. Geriye bakmadı. Reddim onu daha önce izin verdiğinden çok rahatsız etmişti, düşüncelerinde bile. Gitmeden önce beni bir daha görmek istemiyordu.
    Üzüntüyle suratım asıldı. Hisleri derin ve saf olmamasına ve hiçbir şekilde karşılık veremeyeceğim duygular olmasına rağmen, Tanya’yı incitmekten hiç hoşlanmıyordum. Yine de bir centilmen gibi hissetmememe neden oluyordu.
    Çenemi dizlerime koydum ve aniden yola çıkmak için heyecanlı olduğun halde yıldızları tekrar izledim. Alice’in eve döneceğimi görüp diğerlerine söyleyeceğini biliyordum. Mutlu olacaklardı – özellikle Carlisle ve Esme. Kafamdaki yüzden ötesini görmeye çalışarak bir süre daha yıldızlara baktım. Gökyüzündeki parlak ışıklarla aramda, bir çift sersemlemiş çikolata renkli göz bu kararın onun için ne anlama geldiğini soruyormuşçasına bana baktı. Tabii, bunun gerçekten meraklı gözlerinin aradığı bilgi olup olmadığından emin olamadım. Hayalimde bile, düşüncelerini okuyamıyordum. Bella Swan’ın gözleri sorgulamaya ve yıldızların engelsiz görüntüsü benden kaçmaya devam etti. Kuvvetle iç çekerek pes ettim ve ayağa kalktım. Eğer koşarsam Carlisle’ın arabasına yarım saatten kısa sürede varabilirdim.
    Ailemi görmek için acele ederek – ve zorluklarla yüzleşen Edward olmayı çok isteyerek – yıldızlarla aydınlanmış karların üzerinde koştum, ayak izi bırakmadan “Bir sorun olmayacak.” diye fısıldadı Alice. Gözleri odağını kaybetmişti ve Jasper, biz birbirimize yakın bir grup halinde yürürken eli Alice’in dirseğinin altında, yürümesinde yardımcı oluyordu. Rosalie ve Emmett önde gidiyorlardı. Emmett gülünç bir şekilde düşman bölgesindeki bir korumaya benziyordu. Rosalie de ihtiyatlı görünüyordu; ama korumacıdan çok sinirliydi.
    “Tabii ki olmayacak.” dedim homurdanarak. Davranışları gülünçtü. Eğer altından kalkamayağımı düşünseydim, evde kalırdım.
    Normal eğlenceli sabahımızın – gece kar yağmıştı ve Emmett ile Jasper dikkat dağınıklığımı fırsat bilerek beni kar topu bombardımanına tutmuşlardı; benim tepkisizliğimden sıkıldıklarında ise birbirlerine dönmüşlerdi – bu aşırı dikkatlilik durumuna olan ani değişimi, eğer bu kadar sinir bozucu olmasaydı komik olurdu.
    “Henüz burada değil; ama geleceği yol… rüzgar yönünde olmayacak. Eğer her zamanki yerimize oturursak.”
    “Tabii ki her zamanki yerimizde oturacağız. Kes şunu Alice. Sinirlerimi bozuyorsun. Tamamen iyi olacağım.”
    Jasper oturmasına yardım ederken gözleri bi kere kapanıp açıldı ve sonunda benim yüzüme odaklandı.
    “Hmm.” dedi şaşırmış bir sesle. “Sanırım haklısın.”
    “Tabii ki öyleyim.” diye söylendim.
    Endişelerinin odağı olmaktan nefret etmiştim. Korumacı halde Jasper’ı çevrelediğimiz zamanları hatırladığımda, ona ani bir sempati hissettim. Kısa bir an bakışımı yakaladı ve sırıttı.
    Sinir bozucu değil mi?
    Ona yüzümü buruşturdum.
    Bu uzun, donuk renkli odanın bana çok ağır gelmesi sadece bir hafta önce miydi? Burada olmanın neredeyse uykuya, koma haline benzemesi?
    Bugün sinirlerim uzamıştı – en ufak baskıda ses çıkarmak üzere gerilmiş piyano telleri gibi. Duyularım tetikteydi, her sesi, her görüşü, havanın tenime dokunan her hareketini, her düşünceyi tarıyordum. Özellikle düşünceleri. Kullanmayı reddedip kilitlediğim tek bir duyu vardı. Koku tabii ki. Nefes almıyordum.
    Düşünceleri incelerken Cullen’larla ilgili daha çok şey duymayı bekliyordum. Bütün gün, Bella Swan’ın verdiği herhangi bir bilgi aramış, yeni dedikodunun yönünü görmeye çalışmıştım; ama hiçbir şey yoktu. Kimse kafeteryadaki beş vampirin farkında değildi, tıpkı yeni kız gelmeden önceki gibi. Bazı insanların aklında da hala o kız ve geçen haftaki düşüncelerinin aynısı vardı. Bunu anlatılamayacak derecede sıkıcı bulmak yerine, şimdi büyülenmiştim.
    Kimseye benim hakkımda bir şey söylememiş miydi?
    Benim kara, öfkeli ve ölüm saçan başımı fark etmemesinin imkanı yoktu. Buna verdiği tepkiyi görmüştüm. Şüphesiz, onu çok korkutmuştum. Birine anlatacağından, belki de daha iyi bir hikaye haline getirmek için biraz abartacağından ve bana tehditkar birkaç replik ekleyeceğinden emindim.
    Ve sonra beni, birlikte girdiğimiz biyoloji dersini bırakmaya çalışırken duymuşyu. Yüz ifademi gördükten sonra sebebin kendisi olup olmadığını mutlaka merak etmiş olmalıydı. Normal bir kız etrafındakilere sorar, deneyimini diğerleriyle karşılaştırır, dışlanmış hissetmemek için davranışımı açıklayacak bir ortak nokta arardı. İnsanlar normal hissetmek ve etrafındaki herkese uyum sağlamak için her şeyi yapardı, bir sürü özelliksiz koyun gibi. Bu ihtiyaç, emniyetsiz gençlik yıllarında özellikle güçlüydü. Kız bu kuralın bir istisnası olmazdı.
    Ama kimse bizi burada, normal masamızda otururken, fark etmemişti. Kimseye anlatmadıysa, Bella son derece utangaç olmalıydı. Belki babasıyla konuşmuştu, belki en güçlü ilişkisi onunlaydı… ama bu, onunla ne kadar az zaman geçirdiği düşünülünce pek mümkün görünmüyordu. Annesine daha yakın olmalıydı. Yine de kısa zaman içinde Şef Swan’a uğrayıp düşüncelerini dinlemeliydim.
    “Yeni bir şey var mi?” diye sordu Jasper.
    “Yok… Hiçbir şey söylememiş olmalı.”
    Bu haber üzerine hepsi kaşlarını kaldırdı.
    “Belki de düşündüğün kadar korkunç değilsin.” dedi Emmett kıkır kıkır gülerek. “Bahse girerim ki ben onu bundan daha iyi korkuturdum.”
    Ona doğru gözlerimi devirdim.
    “Acaba neden…?” Kızın eşsiz sessizliğiyle ilgili hala şaşkındı.
    “Bunu geçtik. Bilmiyorum.”
    “İçeri giriyor.” diye mırıldandı Alice. Vücudumun katılaştığını hissettim. “İnsan görünmeye çalışın.”
    “İnsan öyle mi?” diye sordu Emmett.
    Sağ yumruğunu kaldırıp avcunda sakladığı kar topunun etrafında parmaklarını büktü. Tabii ki, orada erimemişti. Sıkıp bir buz kütlesi haline getirdi. Gözleri Jasper’daydı; ama düşüncelerinin yönünü gördüm. Tabii, Alice de gördü. Emmett’in ona aniden fırlattığı buz topağını, parmaklarının sıradan bir hareketiyle engelledi. Buz, kafeterya boyunca insan gözlerinin takip edemeyeceği bir hızla tuğla duvara çarpıp, tuğlaları çatlattı.
    Odanın o köşesindeki başlar yerdeki kırık buz kütlelerine döndü ve sonra suçluğu bulmak için arandılar. Birkaç masadan uzağa bakmadılar. Kimse bize bakmadı.
    “Çok insanca Emmett.” dedi Rosalie iğneleyici bir sesle. “Elin değmişken niye duvara yumruk atmıyorsun?”
    “Onu sen yaparsan daha etkileyici olur bebeğim.”
    Onlara dikkatimi vermeye çalıştım, sanki şakalarının bir parçasıymışım gibi yüzüme bir sırıtma yerleştirdim. Onun beklediğini bildiğim sıraya bakmak için kendime izin veremedim; ama dinliyordum.
    Jessica’nın ilerleyen sırada hareketsiz duran ve dikkati dağılmış görünen yeni kızla olan sabırsızlığını duyabiliyordum. Jessica’nın düşüncelerinde, Bella Swan’ın yanaklarının bir kere daha kanla kırmızı olduğun gördüm.
    Kısa, derin olmayan nefesler aldım, kokusunun en ufak bir izi bile yanımdaki havaya değerse nefes almayı bırakmaya hazırdım.
    Mike Newton iki kızla beraberdi. Jessica’ya Swan kızının ne problemi olduğunu sorduğunda, hem iç hem de dış sesini duyabiliyordum. Düşüncelerinin onun etrafında sarılış şeklinden ve kız, onun orada olduğunu unutmuş şekilde girdiği dalgınlıktan çıkarken zihnini bulutlandıran çoktan kurulmuş fantezilerin belirişinden hoşlanmamıştım.
    “Hiçbir şey.” dedi Bella o alçak, duru sesiyle. Kafeteryadaki gürültünün içinde bir zil gibi çınlamıştı; ama bunun çok dikkatli dinlediğim için olduğunu biliyordum.
    “Bugün sadece soda alacağım.” diye devam etti, sıraya yetişmek için hareket ettiğinde.
    Kendimi ona bir bakış atmaktan alıkoyamadım. Yere bakıyordu, kan yüzünden yavaşça çekiliyordu. Çabucak gözlerimi kaçırıp, şimdi acılı gözüken gülümsememe gülen Emmett’a döndüm.
    Hasta görünüyorsun kardeşim.
    İfademin normal ve doğal görünmesi için yüz hatlarımı tekrar ayarladım.
    Jessica kısın iştahsızlığının sebebini merak ediyordu. “Aç değil misin?”
    “Aslında, biraz hasta hissediyorum.” Sesi çok alçaktı; ama hala duruydu.
    Mike Newton’ın düşüncelerinden yayılan korumacı endişe beni niye rahatsız etmişti? Sahiplenen bir tavrı olması niye önemliydi? Mike Newton onun için gereksizce kaygılanıyorsa bu beni ilgilendirmiyordu. Belki de herkesin ona verdiği tepki buydu. İçgüdüsel olarak onu korumayı ben de istememiş miydim? Onu öldürmeden önce, bu…
    Ama kız hasta mıydı?
    Değerlendirmek zordu – şeffaf teninin altında çok narin görünüyordu. Sonra kendim de endişelendiğimi fark ettim, tıpkı o ahmak oğlan gibi. Ve kendimi sağlığı hakkında düşünmemek için zorladım.
    Bakmaksızın, onu Mike’ın düşüncelerinden izlemekten hoşlanmamıştım. Üçü hangi masaya oturacaklarını seçerken Jessica’ya geçtim. Şansıma Jessica’nın arkadaşlarıyla oturdular, Alice’in dediği gibi rüzgar yönünde değildi.
    Alice bana dirsek attı. Birazdan bakacak, insan gibi davran.
    Sırıtmamın altında dişlerimi sıktım.
    “Rahatla Edward.” dedi Emmett. “Hakikaten. Bir insanı öldürürsün. Bu dünyanın sonu olmaz.”
    “Sen, bilirsin.” diye mırıldandım.
    Güldü. “Böyle şeyleri atlatmayı öğrenmelisin. Benim gibi. Sonsuzluk, suçluluk içinde kıvranmak için uzun bir zaman.”
    O anda, Alice elinde sakladığı daha küçük bir avuç dolusu buzu Emmett’in şüphesiz yüzüne fırlattı.
    Emmett şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı ve sonra sırıttı.
    “Bunu sen istedin.” dedi, buz kaplı saçlarını ona doğru sallamak için eğilirken. Sıcak odada eriyen kar, saçından yarı sıvı, yarı katı şekilde sıçradı.
    “Iyy!” diye sızlandı Rosalie, Alice’le beraber şiddetli yağıştan kaçarlerken.
    Alice güldü ve hepimiz katıldık. Kafasında bu kusursuz anı nasıl ayarladığını ve kızın – onu böyle düşünmeyi kesmeliydim, sanki dünyadaki tek kızmış gibi – o Bella’nın bizi insanca gülüp oynarken ve bir Norman Rockwell tablosu gibi doğal olmayan derecede ideal olarak göreceğini biliyordum.
    Alice gülmeye devam etti ve tepsisini bir kalkan gibi kaldırdı. Kız – Bella mutlaka bize bakıyor olmalıydı.
    …yine Cullen’lara bakıyor , diye düşündü biri, dikkatimi çekerek.
    Kasıtsız çağrıya otomatik şekilde baktım ve gözlerim yönü bulurken sesi tanıdım – onu bugün çok dinlemiştim.
    Ama gözlerim Jessica’yı geçti ve kızın içe işleyen bakışlarına odaklandı.
    Çabucak aşağı bakıp tekrar gür saçlarının arkasına saklandı.
    Ne düşünüyordu? Rahatsızlık, zaman geçtikçe zayıflamak yerine daha da artıyordu. Daha önce hiç denemediğim için ne yaptığımdan emin olamayarak etrafındaki sessizliği zihnimle araştırmaya çalıştım. Ekstra duyum her zaman doğal olarak gelmişti; hiçbir zaman üzerinde çalışmam gerekmemişti; ama şimdi odaklanmıştım, onu çevreleyen kalkanı kırmaya çalışıyordum.
    Sessizlikten başka hiçbir şey yoktu.
    Onun nesi var? diye düşündü Jessica, benim rahatsızlığımı yansıtarak.
    “Edward Cullen sana bakıyor.” diye fısıldadı Swan kızının kulağına, bir kıkırdama ekleyerek. Ses tonunda kıskanç sinirliliğinin hiç izi yoktu. Arkadaşlık taklidinde yetenekli görünüyordu.Kızın cevabını, kendimi kaptırmış şekilde ben de dinledim.
    “Sinirli görünmüyor değil mi?”
    Yani geçen haftaki vahşi tepkimi fark etmişti. Tabii ki.
    Soru Jessica’nın kafasını karıştırdı. O, ifademi kontrol ederken düşüncelerinde kendi yüzümü gördüm; ama bakışıyla buluşmadım. Hala bir şey duymaya çalışarak kıza odaklanıyordum. Dikkatli konsantrasyonum hiç yardımcı olmuyor gibi görünüyordu.
    “Hayır.” dedi Jess ona ve evet diyebilmeyi dilediğini biliyordum – bakışım içine dert olmuştu – ama sesinde bunun izi yoktu. “Görünmeli mi?”
    “Benden pek hoşlandığını sanmıyorum.” diye fısıldadı kız, aniden yorulmuş gibi başını koluna yaslayarak. Hareketini anlamaya çalışıyordum; ama sadece tahmin yürütebilirdim. Belki de yorulmuştu.
    “Cullen’lar kimseyi sevmezler.” diye güvence verdi Jess. “Kimseyi hoşlanmak için kendilerine layık görmezler.” Eskiden görmezlerdi. Düşüncesi sızlanan bir homurtuydu. “Ama hala sana bakıyor.”
    “Ona bakmayı kes.” dedi kız endişeyle ve Jessica’nın emre uyup uymadığından emin olmak için başını biraz kaldırdı.
    Jessica kıkırdadı; ama istediğini yaptı.
    Kız saatin kalanında masasından başka yere bakmadı. Bunun kasıtlı olduğunu düşündüm –ama tabii ki, emin olamadım. Bana bakmak istiyormuş gibi görünüyordu. Vücudu hafifçe benim yönüme doğru yöneliyordu, çenesi dönmeye başlıyordu; ama sonra kendini yakalıp derin bir nefes alarak kim konuşuyorsa ona bakıyordu.
    Kızın etrafındaki düşünceleri, arada onunla ilgili olmadıkları sürece duymazdan geldim. Mike Newton okuldan sonra park yerinde bir kar savaşı planlıyordu, karın çoktan yağmura dönüştüğünün farkında görünmüyordu. Kar tanelerinin çatıdaki hafif sesi, yağmur damlalarının pıtırtısına dönüşmüştü. Değişimi gerçekten duyamıyor muydu? Bana sesli geliyordu.
    Öğle tenefüsü bittiğinde yerimde kaldım. İnsanlar dışarı çıktı ve ben kendimi diğerlerinin arasından onun ayak seslerini ayırt etmeye çalışırken yakaladım, sanki önemli ve alışılmadık bir özellikleri varmış gibi. Ne kadar aptalca.
    Ailem de hareket etmedi. Ne yapacağımı görmek için beklediler.
    Onun delice kuvvetli kokusunu alabileceğim ve nabzının sıcaklığını tenimde hissedebileceğim sınıfa gidip, yanına oturur muydum? Bunun için yeterince güçlü müydüm? Yoksa bir gün için yeterince çekmiş miydim?
    “Sanırım sorun yok.” dedi Alice tereddütle. “Kararlısın. Sanırım saati atlatacaksın.”
    Ama Alice bir kararın ne kadar çabuk değişebileceğini çok iyi biliyordu.
    “Niye zorlayasın ki Edward?” diye sordu Jasper. Şimdi zayıf olan ben olduğum için kendini beğenmiş hissetmemek istemesine rağmen, bunu duyabiliyordum, sadece biraz. “Evet git. Ağırdan al.”
    “Ne fark eder ki?” dedi Emmett katılmayarak. “Onu öldürürsün ya da öldürmezsin. İki şekilde de atlatırsın.”
    “Henüz taşınmak istemiyorum.” diye sızlandı Rosalie. “Baştan başlamak istemiyorum. Liseyi neredeyse bitirdik Emmett. Sonunda.”
    Kararda iki eşit parçaya ayrılmıştım. Bununla yüzleşmek istiyordum, çok istiyordum; ama kendimi zorlamak da istemiyordum. Geçen hafta Jasper’ın avlanmadan uzun süre durması bir hata olmuştu, bu da aynı şekilde anlamsız bir hata mıydı?
    Ailemi yerinden etmek istemiyordum. Hiçbiri bana bunun için teşekkür etmezdi.
    Ama Biyoloji sınıfına gitmek istiyordum. Onun yüzünü bir daha görmek istediğimi fark ettim.
    Benim için kararı veren buydu. O merak. Böyle hissettiğim için kendime kızgındım. Kendime, kızın sessiz zihninin beni uygunsuzca ilgilendirmeyeceğine dair söz vermemiş miydim? Yine de, işte en uygunsuz şekilde ilgiliydim.
    Ne düşündüğünü bilmek istiyordum. Zihni kapalıydı; ama gözleri çok açıktı. Belki aklı yerine onları okuyabilirdim.
    “Hayır Rose. Sanırım gerçekten sorun olmayacak.” dedi Alice. “Sabitleşiyor. Eğer sınıfa giderse kötü bir şey olmayacağından yüzde doksan üç eminim.” Bana, düşüncelerimde onun gelecek görüşünü daha güvenli hale getiren ne değişiklik olduğunu merak ederek baktı.
    Merak, Bella Swan’ı hayatta tutmaya yetecek miydi?
    Emmett haklıydı gerçi – niye her iki şekilde de üstesinden gelmiyordum? Ayartıyla yüzleşecektim.
    “Sınıflarınıza gidin.” dedim kendimi masadan iterek. Arkamı döndüm ve uzun adımlarla ilerledim. Arkamda Alice’in endişesini, Jasper’ın tenkidini, Emmett’in onayını ve Rosalie’nin sinirini duyabiliyordum.
    Sınıfın kapısında son bir derin nefes aldım ve küçük, sıcak odaya girerken ciğerlerimde tuttum.
    Geç kalmamıştım. Bay Banner hala bugünün deneyini ayarlıyordu. Kız benim – bizim masamızda, başı eğik, karalama yaptığı deftere bakıyordu. Yaklaşırken, zihninin yarattığı bu önemsiz taslakla bile ilgilenerek onu inceledim; ama anlamsızdı. Sadece iç içe ilmeklerden oluşan rastgele bir karalamaydı. Belki de desene odaklanmıyor, başka bir şey düşünüyordu.
    Sandalyeyi gereksiz bir sertlikle çekip, döşemeyi çizmesine izin verdim; insanlar birinin gelişi sesle duyrulduğunda her zaman daha rahat ederlerdi.
    Sesi duyduğunu biliyordum. Bakmadı; ama eli çizdiği desende bir ilmeği kaçırıp dengeyi bozdu.
    Niye yukarı bakmamıştı? Muhtemelen korkmuştu. Bu sefer, farklı bir izlenim bıraktığımdan ve önceden olanların hayalinin bir ürünü olduğunu düşünmesini sağladığımdan emin olmalıydım.
    “Merhaba.” dedim insanları rahatlatmak istediğim zaman kullandığım alçak sesimi kullanıp, dişlerimi göstermeden gülümseyerek.
    O zaman baktı, büyük kahverengi gözleri ürkekti – neredeyse sersemlemiş – ve sessiz sorularla doluydu. Bu, geçen hafta görüşümü engelleyen ifadeydi.
    Garip şekilde derin kahverengi gözlere bakarken, nefretin – kızın sadece varolduğu için hak ettiğini hayal ettiğim nefretin – kaybolduğunu fark ettim. Nefes almıyor ve kokusunu tatmıyorken böyle savunmasız birinin nefreti hak edebileceğine inanmak zordu.
    Yanakları kızarmaya başladı ve hiçbir şey söylemedi.
    Gözlerimi onunkilerde tutup sadece sorgulayan derinliklerine odaklandım ve teninin iştah kabartıcı rengini görmezden gelmeye çalıştım. Bir süre nefes almadan konuşmaya yetecek kadar soluğum vardı.
    “Adım Edward Cullen.” dedim, ismimi bildiğini bilmeme rağmen. Bu başlamanın nazik yoluydu. “Geçen hafta kendimi tanıtma şansı bulamadım. Sen Bella Swan olmalısın.”
    Kafası karışmış göründü – kaşlarının arasındaki o küçük kıvrım tekrar oradaydı. Cevap vermesi olması gerekenden yarım saniye fazla süre aldı.
    “Adımı nereden biliyorsun?” diye sordu sesi biraz titreyerek.
    Onu gerçekten çok korkutmuş olmalıydım. Bu kendimi suçlu hissetmeme neden oldu; o kadar savunmasızdı ki. Nazikçe güldüm – bu insanların huzursuzluğunu azaltan bir sesti. Yine, dişlerimle ilgili dikkatliydim.
    “Ah, sanırım ismini herkes biliyor.” Şüphesiz, bu tekdüze yerde ilgi odağı haline geldiğinin farkındaydı. “Bütün kasaba senin gelmeni bekliyordu.”
    Bu bilgi ona göre hoş değilmiş gibi suratını astı. Sanırım, utangaç göründüğü kadar ilgiden de hoşlanmıyordu. Çoğu insan tersini hissederdi. Sürüden ayrı kalmak istememelerine rağmen spot ışıklarını arzularlardı.
    “Hayır.” dedi. “Yani, niye bana Bella dedin?”
    “Isabella’yı mı tercih edersin?” diye sordum, sorunun nereye gittiğini anlayamayarak. İlk gününde tercihini pek çok kez net şekilde belirtmişti. Bütün insanlar düşünceleri rehber olmadığı zaman böyle anlaşılmaz mıydı?
    “Hayır. Bella ismini seviyorum.” diye cevapladı kafasını hafifçe yana eğerek. İfadesi – eğer doğru okuyorsam – utanç ve kafa karışıklığı arasındaydı. “Ama Charlie – yani babamın benden Isabella diye bahsettiğini sanıyorum. Burada herkes beni öyle tanıyor gibi görünüyor.” Teninin pembesi bir ton daha koyulaştı.
    “Hmm.” dedim sıradan bir sesle ve gözlerimi yüzünden kaçırdım.
    Sorularının ne anlama geldiğini yeni anlamıştım. Hata yapmıştım. Eğer ilk gün diğerlerini dinliyor olmasaydım, ona ilk olarak tam ismiyle hitap ederdim, diğer herkes gibi. Fark dikkatini çekmişti.
    Şiddetli bir huzursuzluk hissettim. Hatamı yakalamak onun için çok kolay olmuştu. Oldukça zekice, özelikle yakınlığımdan korkması gereken birine göre.
    Ama aklında benimle ilgili kilitli tuttuğu şüphelerinden daha büyük sorunlarım vardı.
    Soluğum kalmamıştı. Eğer onunla tekrar konuşacaksam nefes almam gerekiyordu.
    Konuşmamak zor olurdu. Şanssızlığına, bu masayı paylaşmamız onu benim deney partnerim yapıyordu ve bugün birlikte çalışmak zorundaydık. Deneyi kaparken onu görmezden gelmek garip – ve anlaşılmaz şekilde kaba – olurdu. Bu onu daha çok korkutur ve şüphelendirirdi.
    Sıramı hareket ettirmeden ondan uzaklaşabileceğim kadar uzaklaşıp kafamı sıraların arasındaki boşluğa döndürdüm. Kaslarımı kilitleyerek kendimi olduğum yere bağladım. Sonra sadece ağzımdan, hızlıca ciğerlerimi dolduran bir nefes aldım.
    Ahh!
    Bu gerçekten acı vericiydi. Onu koklamadan bile, dilimde tadını alabiliyordum. Boğazım aniden tekrar alevler içindeydi, arzu aynı geçen hafta kokusunu yakaladığım andaki kadar güçlüydü.
    Dişlerimi gıcırdattım ve kendimi toparlamaya çalıştım.
    “Başlayın.” diye komut verdi Bay Banner.
    Masaya bakan kıza dönüp gülümsemek için yetmiş yıllık çabayla kazandığım öz kontrolü en ufak zerresine kadar kullanmışım gibi hissettim.
    “Önce bayanlar, partner?”
    Yüzüme baktı ve ifadesi boşaldı, gözleri büyüdü. Yüz ifademde yanlış bir şey mi vardı? Yine korkmuş muydu? Konuşmadı.
    “Ya da, istersen ben başlayabilirim.” dedim sessizce.
    “Hayır.” dedi ve yüzü yine beyazdan kırmızıya döndü. “Ben başlarım.”
    Duru teninin altında kanın akışını izlemek yerine masadaki malzemelere, slayt kutusuna ve hırpalanmış mikroskoba baktım. Dişlerimin arasından hızlıca bir nefes daha aldım ve boğazımı acıttığında irkildim.
    “Profaz.” dedi hızlı bir incelemenin ardından. Slaydı çıkarmaya başladı.
    “Bakmamın bir sakıncası var mı?” İçgüdüsel olarak – aptalca, sanki onun türündenmişim gibi – elini durdurmak için uzandım. Bir saniyeliğine, teninin ısısı benimkini yaktı. Elektrik çarpması gibiydi. Sıcaklık elimi ve sonra kolumu vurdu. Bella elini benimkinin altından birden çekti.
    “Özür dilerim.” diye mırıldandım kenetlenmiş dişlerimin arasından. Bir yere bakma ihtiyacıyla mikroskobu kavradım ve kısa bir süre baktım. Doğruydu.
    “Profaz.” diye katıldım.
    Ona bakmak için hala çok huzursuzdum. Dişlerimin arasından mümkün olduğunca sessizce nefes alıp yakıcı susuzluğu görmezden gelmeye çalışarak basit göreve odaklandım, kelimeyi kağıttaki yerine yazdım ve ilk slaydı ikinciyle değiştirdim.
    Şimdi ne düşünüyordu? Eline dokunduğumda bu ona nasıl hissettirmişti? Tenim mutlaka buz soğukluğunda olmalıydı – itici. Bu kadar sessiz olmasına şaşırmamalıydı.
    Slayda bir bakış attım.
    “Anafaz.” dedim kendi kendime, kelimeyi ikinci satıra yazarken.
    “Bakabilir miyim?” diye sordu.
    Döndüm ve onu beklentiyle, bir eli mikroskoba doğru uzanmış şekilde görünce şaşırdım. Korkmuş görünmüyordu. Gerçekten cevabı yanlış verdiğimi mi düşünmüştü?
    Mikroskobu ona doğru kaydırdığımda yüzündeki umutlu ifadeye gülümsemekten kendimi alıkoyamadım.
    Merceğe çabucak solan bir istekle baktı. Ağzının kenarları aşağı doğru indi.
    “Üçüncü slayt?” diye sordu mikroskoptan gözlerini ayırmayarak; ama elini uzatarak. Sonraki slaydı, tenimin onunkine yaklaşmasına izin vermeyerek eline bıraktım. Yanında oturmak bir ısıtıcının yanında oturmak gibiydi. Daha yüksek bir sıcaklığa doğru hafifçe ısındığımı hissedebiliyordum.
    Slayda çok uzun süre bakmadı. “İnterfaz.” dedi kayıtsızca – muhtemelen sesinin kulağa böyle gelmesi için çok uğraşarak – ve mikroskobu bana itti. Kağıda dokunmayıp benim cevabı yazmamı bekledi. Kontrol ettim – yine doğruydu.
    Böyle bitirdik, birkaç kelime konuşup birbirimizin gözleriyle buluşmadan. Bitiren tek çifttik – diğerleri deneyle ilgili zorluk yaşıyordu. Mike Newton ise odaklanma konusunda problem yaşıyor gibi görünüyordu – beni ve Bella’yı izlemeye çalışıyordu.
    Keşke gittiği yerde kalsaydı, diye düşündü Mike beni gözetleyerek. Hmm, ilginç. Oğlanın bana karşı kötü hisler beslediğinin farkına varmamıştım. Bu yeni bir gelişmeydi, yaklaşık olarak kızın gelişi kadar. Daha da ilginci, şaşırarak, bu hissin karşılıklı olduğunu fark etmiştim.
    Tekrar kıza baktım, sıradan, tehditsiz ortaya çıkışına karşın, hayatıma darbe vuruyor olması beni sersemletti.
    Mike’ın ne hakkında konuşup durduğunu anlamadığımdan değildi. Aslında oldukça güzeldi… alışılmadık bir şekilde. Güzel olmaktan da iyisi, yüzü ilginçti. Pek simetrik değildi – dar çenesi geniş elmacık kemikleriyle dengeli değildi; rengi ölçüsüzdü – teni ve saçı, açık-koyu tezatı oluşturuyordu; ve sonra gözleri vardı, sessiz sırlarla dolu gözler…
    Aniden benimkileri delmeye başlayan gözler.
    O sırlardan birini tahmin etmeye çalışarak ben de ona baktım.
    “Lens mi taktın?” diye sordu aniden.
    Ne kadar garip bir soru. “Hayır.” Görüşümü geliştirme fikrine neredeyse gülümsedim.
    “Ah,” diye mırıldandı. “Gözlerinle ilgili bir değişiklik olduğunu düşünmüştüm.”
    Bugün sırları açığa çıkarmaya çalışan tek kişi olmadığımı anladığımda aniden tekrar soğuk hissettim.Omuz silktim ve öğretmenin dolaştığı yere doğru baktım. Tabii ki son baktığından beri gözlerimde bir değişiklik vardı. Kendimi bugünün işkencesine, ayartısına hazırlamak için, bütün haftasonumu avlanarak geçirmiştim, susuzluğumu mümkün olduğunca gidermiş, gerçekten abartmıştım. Kendimi hayvanların kanıyla doldurmuştum; ama etrafındaki havada yüzen aşırı lezzetle yüzleşmekte pek bir değişiklik yaratmamıştı. Ona en son baktığımda, gözlerim susuzlukla simsiyahtı. Şimdi, vücudum kan içinde yüzerken, sıcak bir altın rengindeydiler. Susuzluğumu söndürmede aşırıya kaçtığım girişimim sayesinde açık kehribardılar.
    Başka bir hata. Eğer sorusunda ne kastettiğini görmüş olsaydım, ona sadece evet diyebilirdim.
    İki yıldır, bu okulda insanların yanına oturmuştum ve o, beni göz rengimdeki değişimi fark edecek kadar dikkatle inceleyen ilk kişiydi. Diğerleri, ailemin güzelliğine hayran kalırken, bakışlarına karşılık verdiğimizde çabucak aşağı bakarlardı. Anlamamak için, görünüşümüzün detaylarını içgüdüsel bir çabayla bloke ederlerdi. Görmezden gelmek insan zihni için mutluluktu.
    Niye çok fazla şey gören, bu kız olmak zorundaydı?
    Bay Banner masamıza yaklaştı. Getirdiği temiz hava dalgasını, Bella’nın kokusuyla karışmadan önce minnettarlıkla içime çektim.
    “Yani Edward,” dedi cevaplarımıza bakarak, “Isabella’nın mikroskoba bakmak için bir şansı olması gerektiğini düşünmedin mi?”
    “Bella.” diye düzelttim onu refleks olarak. “Aslında, beş taneden üçünü o tanımladı.”
    Bay Banner’ın düşünceleri, kıza dönerken şüpheliydi. “Bu deneyi daha önce yaptın mı?”
    Kendimi kaptırmış halde, gülümser ve hafifçe utanmış gözükürken onu izledim.
    “Soğan köküyle değil.”
    “Balık embriyosuyla mı?”
    “Evet.”
    Bu onu şaşırttı. Bugünün deneyi ileri bir programdan aldığı bir şeydi. Kıza düşünceli şekilde başını salladı. “Phoenix’de ilerlemiş bir programda mıydın?”
    “Evet.”
    İleriydi o zaman, bir insana göre zekiydi. Bu beni şaşırtmadı.
    “Pekala,” dedi Bay Banner dudaklarını büzerek. “Sanırım ikinizin labaratuar partneri olmanız iyi.” Döndü ve söylenerek uzaklaştı. “Bu sayede diğer çocukların kendileri için bir şey öğrenme şansı olabilir.” Kızın bunu duyabildiğinden şüpheliydim. Dosyasına tekrar spiraller karalamaya başladı.
    Bir saatte iki hata çok fazlaydı. Benim tarafımda çok zayıf bir gösteriydi. Kızın benim hakkında ne düşündüğü hakkında hiçbir fikrim olmasa da – ne kadar korkuyor, ne kadar şüpheleniyor? – onu benimle ilgili yeni bir izlenimle bırakmak için daha çok çabalamam gerektiğini biliyordum. Vahşi son karşılaşmamızla ilgili anıları daha iyi bastırmalıydım.
    “Karın durması çok kötü oldu, değil mi?” dedim bir düzine öğrencinin konuştuğunu çoktan duyduğum küçük diyaloğu tekrarlayarak. Sıkıcı, standart bir konu. Hava – her zaman güvenli.
    Bana gözlerinde açık bir şüpheyle baktı – çok normal sözlerime anormal bir tepki. “Pek değil.” dedi beni tekrar şaşırtarak.
    Konuşmayı bayat yollara sürdüm. Çok daha güneşli, sıcak bir yerden geliyordu – teni beyazlığına rağmen bunu bir şekilde yansıtıyordu – ve soğuk onu mutlaka rahatsız ediyor olmalıydı. Benim buz gibi dokunuşum kesinlikle etmişti.
    “Soğuğu sevmiyorsun.” diye tahmin yürüttüm.
    “Ya da ıslağı.”
    “Forks senin için yaşaması zor bir yer olmalı.” Belki de buraya gelmemeliydin, diye eklemek istedim. Belki de ait olduğun yere geri gitmelisin.
    Bunu istediğimden emin değildim gerçi. Kanının kokusunu her zaman hatırlayacaktım – onu er ya da geç takip etmeyeceğimin bir garantisi var mıydı? Ayrıca, eğer giderse zihni her zaman bir gizem olacaktı. Değişmez, daima rahatsız edici bir muamma.
    “Hem de nasıl.” dedi alçak bir sesle.
    Cevapları hiçbir zaman benim beklediklerim değildi. Daha çok soru sormak istememe neden oluyorlardı.
    “Niye buraya geldin o zaman?” diye sordum ve sesimin birdenbire çok suçlayıcı olduğunun, diyalog için yeterinde sıradan olmadığının farkına vardım. Soru kaba ve meraklı çıkmıştı.
    “Bu… karışık.”
    Büyük gözlerini kırpıştırdı, konuyu orada bıraktı ve ben neredeyse meraktan patlayacaktım – merak boğazımdaki susuzluk kadar sıcak bir şekilde beni yaktı. Aslında, nefes almanın biraz daha kolaylaştığını; ıstırabın onu tanıdıkça daha katlanılır hale geldiğini fark ettim.
    “Sanırım anlayabilirim.” diye ısrar ettim. Belki genel nezaket, ben sormak için yeterince kaba oldukça, onun sorularımı cevaplamaya devam etmesini sağlayabilirdi.
    Sessizce ellerine baktı. Bu beni sabırsızlandırdı; elimi çenesinin altına koyup kafasını kaldırmak istedim, gözlerini okuyabilmek için; ama onun tenine tekrar dokunmak aptalca – tehlikeli – olurdu.
    Aniden yukarı baktı. Gözlerindeki duyguları görebilmek bir rahatlıktı. Aceleyle konuştu.
    “Annem tekrar evlendi.”
    Ah, bu yeterince insancaydı, anlaması kolaydı. Duru gözlerinden üzüntü geçti.
    “Bu o kadar karmaşık gözükmüyor.” dedim. Sesim çaba sarf etmeden nazik çıkmıştı. Üzüntüsü beni garip bir şekilde aciz bırakmıştı, ona daha iyi hissettirmek için yapabileceğim bir şey olmasını diliyordum. Garip bir dürtü. “Bu ne zaman oldu?”
    “Geçen eylül.” Derin bir nefes aldı. Sıcak soluğu yüzümü okşarken nefesimi tuttum.
    “Ve sen onu sevmiyorsun.” diye tahmin ettim, daha çok bilgi alabilmek için uğraşarak.
    “Hayır, Phil iyidir.” dedi sanımı düzelterek. Dudaklarının kenarında bir gülümseme izi vardı. “Çok genç belki; ama yeterince iyi.”
    Bu benim kafamda kurduğum senaryoya uymuyordu.
    “Niye onlarla kalmadın o zaman?” dedim, sesim biraz fazla meraklı çıkmıştı. İşine burnumu sokuyorum gibi gözüküyordu, ki öyle yapıyordum itiraf etmek gerekirse.
    “Phil *** *** seyahat eder. Geçimini futboldan sağlıyor.” Küçük gülümsemesi büyüdü; bu kariyer seçimi onu eğlendirmişti.
    Elimde olmadan ben de gülümsedim. Onu rahat ettirmeye çalışmıyordum. Gülümsemesi sadece benim de gülümsememi sağlamıştı.
    “İsmini duydum mu?”
    “Muhtemelen hayır. Pek iyi oynamaz.” Başka bir gülümseme. “İkinci ligde oynuyor. Çok seyahat etmesi gerekiyor.”
    O anda, yeni bir senaryo hayal ediyordum.
    “Ve annen onunla seyahat edebilmek için seni buraya yolladı.” dedim. Tahminler, ondan soruların aldığından daha çok bilgi alıyordu. Tekrar işe yaradı. Yüz ifadesi birdenbire inatçılaştı.
    “Hayır, beni o göndermedi.” dedi. Sesi sertti. Tahminim onu üzmüştü; ama nasıl olduğunu pek göremiyordum. “Ben kendimi gönderdim.”
    Neyi kastettiğini ya da gücenmesinin sebebini tahmin edemedim. Tamamen geri kalmıştım.
    O yüzden pes ettim. O diğer insanlar gibi değildi. Belki de düşüncelerinin sessizliği ve kokusu onunla ilgili tek alışılmadık şeyler değildi.
    “Anlamadım.” diye itiraf ettim, kabul etmek zorunda olmaktan nefret ederek.
    İçini çekti ve gözlerime normal insanların katlanabileceğinden uzun bir süre baktı.
    “İlk başta benimle kaldı; ama onu özlüyordu.” dedi yavaşça, sesi her kelimeyle gittikçe daha ümitsizleşiyordu. “Bu onu mutsuz etti… o yüzden ben de Charlie’yle biraz zaman geçirmenin vaktinin geldiğine karar verdim.”
    Kaşlarının arasındaki buruşukluk derinleşti.
    “Ama şimdi sen mutsuzsun.” diye mırıldandım. Tepkilerini öğrenebilme umuduyla, hipotezlerimi sesli söylemekten kendimi alamıyordum. Bu seferki pek uzak değildi.
    “Ve?” dedi, sanki bu üzerinde düşünülmeyecek bir şeymiş gibi.
    Ruhunda bir an için ilk defa bir şey gördüğümü hissederek gözlerine bakmaya devam ettim. İnsanların çoğunluğunun aksine, kendi ihtiyaçları listenin çok altlarındaydı.
    Özveriliydi.
    Bunu gördüğümde, bu sessiz zihnin içinde saklanan kişinin gizemi biraz zayıflamaya başladı.
    “Bu adil gözükmüyor.” dedim. Sıradan gözükmeye, merakımın yoğunluğunu saklamaya çalışarak omuzlarımı silktim.
    Güldü; ama sesinde eğlence yoktu. “Kimse sana söylemedi mi? Hayat adil değildir.”
    Sözlerine gülmek istedim; ama ben de gerçekten eğlenmemiştim. Hayatın adaletsizliğiyle ilgili biraz bilgim vardı. “Sanırım bunu daha önce bir yerlerde duymuştum.”
    Kafası karışmış görünerek bana baktı. Gözleri hızla uzağa gitti ve sonra tekrar benim gözlerimle buluştu.
    “İşte bu kadar.” dedi bana.
    Ama ben bu konuşmayı bitirmeye hazır değildim. Kaşlarının arasındaki, kederinin kalıntısı olan o küçük V, beni rahatsız ediyordu. Parmaklarımın ucuyla onu düzleştirmek istedim; ama tabii ki, ona dokunamazdım. Pek çok yönden tehlikeliydi.
    “İyi bir oyun çıkardın.” dedim yavaşça, hala bir sonraki tezimi düşünerek. “Ama bahse girerim ki, insanların görmesine izin verdiğinden çok daha fazla acı çekiyorsun.”
    Gözlerini kısıp, dudaklarını bükerek yüzünü buruşturdu ve sınıfın önüne baktı. Doğru tahmin ettiğimde sevinmiyordu. Sıradan bir mağdur değildi – acısına izleyici istemiyordu.
    “Haksız mıyım?”
    Hafifçe irkildi; ama beni duymamış gibi yaptı.
    Bu gülümsememe neden oldu. “Ben de öyle düşünmüştüm.”
    “Seni niye ilgilendiriyor ki?” diye sordu hala uzağa bakarak.
    “Bu çok güzel bir soru.” diye itiraf ettim, daha çok kendime cevap vererek.
    Sezgileri benimkinden iyiydi – ben kenarlarda bocalar, ipuçlarını körü körüne incelerken, o direkt özü görüyordu. Onun son derece insanca olan hayatının ayrıntıları beni ilgilendirmemeliydi. Onun ne düşündüğünü umursamak yanlıştı. Ailemi şüphelerden korumanın ötesinde, insan düşünceleri önemli değildi.
    Kız iç çekti ve sınıfın önüne doğru ters ters baktı. Sinirlenmiş ifadesiyle ilgili bir şey gülünçtü. Bütün bu durum, bütün konuşma gülünçtü. Kimse benden dolayı bu kızın içinde olduğu kadar büyük bir tehlikede olmamıştı – her an, diyalogla gülünç bir şekilde meşgul olduğum için dikkatim dağılabilir, burnumdan nefes alabilir ve kendimi durduramadan ona saldırabilirdim – ve o ben sorusuna cevap vermediğim için sinirlenmişti.
    “Seni rahatsız mı ediyorum?” diye sordum bunun saçmalığına gülümseyerek.
    Bana hızlıca baktı ve gözleri bakışımla kapana kısılmış biri göründü.
    “Tam olarak değil,” dedi. “Daha çok kendimden rahatsız oluyorum. Yüzümü okumak çok kolay – annem bana her zaman ‘açık kitabım’ der.”
    Canı sıkılarak kaşlarını çattı.
    Ona hayretle baktım. Üzülmesinin sebebi onun içini çok kolayca gördüğümü düşünmesiydi. Ne garip. Birini anlamak için hiç bu kadar çok çaba sarf etmemiştim hayatım boyunca – ya da varlığım boyunca, zira hayat pek de doğru kelime değildi. Benim hakikaten bir hayatım yoktu.
    “Aksine,” dedim garip bir şekilde… ihtiyatla, sanki göremediğim gizli bir tehlike varmış gibi. Aniden sınırdaydım, önsezi beni endişelendiriyordu. “Bence sen okunması zor birisin.”
    “O zaman sen iyi bir okuyucu olmalısın,” dedi, tahmini yine tam hedeften doğruydu.
    “Genellikle.” diye katıldım.
    Sonra dudaklarımı arkasındaki keskin dişleri göstermelerine izin verip geriye doğru çekerek ona genişçe gülümsedim.
    Bu aptalcaydı; ama aniden, beklenmedik bir şekilde ona bir uyarı vermek için çaresizdim. Vücudu bana öncekinden daha yakındı, konuşma boyunca bilinçsizce bana doğru yönelmişti. İnsanlığın kalanını korkutmaya yeterli olan küçük işaretler onun üzerine çalışıyor gibi görünmüyordu. Niye dehşetle benden geri kaçmıyordu? Şüphesiz karanlık yanımı tehlikeyi anlayacak kadar görmüştü.
    Uyarımın istediğim etkiyi yapıp yapmadığını göremedim. Bay Banner sınıfın dikkatini istedi ve o benden hemen uzağa döndü. Kesintiden biraz rahatlamış görünüyordu, o zaman belki de bilinçsizce anlamıştı.
    Anlamış olduğunu umdum.
    Engellemek istesem bile içimde büyüyen büyük merakı tanıdım. Bella Swan’ı ilginç bulmayı göze alamazdım, ya da daha doğrusu, o bunu göze alamazdı. Şimdiden, onunla başka bir konuşma şansı için heyecanlıydım. Annesiyle, buraya gelmeden önceki hayatıyla, babası ile olan ilişkisiyle ilgili daha çok şey öğrenmek istiyordum. Karakterini daha çok ortaya çıkaracak her anlamsız ayrıntıyı… ama onunla geçirdiğim her saniye bir hataydı, onun almaması gereken bir risk.
    Dalgınlıkla, gür saçını tam da ben kendime başka bir nefes için izin verdiğim sırada arkaya attı. Kokusunun özellikle yoğun bir dalgası boğazımın arkasına darbe indirdi.
    İlk günkü gibiydi – harap edici mermi gibi. Yakıcı susuzluğun acısı başımı döndürdü. Kendimi sırada tutabilmek için yine masayı kavramam gerekti. Bu sefer biraz daha kontrollüydüm, en azından hiçbir şey kırmadım. İçimdeki canavar homurdandı; ama acımdan memnun kalmadı. Çok sıkı bağlıydı. Şu anda.
    Nefes almayı tamamen bıraktım ve kızdan uzaklaşabildiğim kadar uzaklaştım.
    Hayır, onu büyüleyici bulmayı göze alamazdım. Onu ne kadar ilginç bulursam, öldürme ihtimalim o kadar artardı. Bugün, çoktan iki küçük hata yapmıştım. Üçüncü bir tane daha yapar mıydım, küçük olmayan hatayı?
    Zil çalar çalmaz, sınıftan dışarı fırladım – muhtemelen ders boyunca yarım şekilde verdiğim kibar izlenimi yok ederek. Tekrar, dışarıdaki iyileştici, temiz ve ıslak havayı içime çektim. Kız ile arama mümkün olduğunca daha çok mesafe koymak için acele ettim.
    Emmett beni İspanyolca sınıfınının kapısında beklemişti. Vahşi ifademi bir an inceledi.
    Nasıl gitti? diye merak etti ihtiyatla.
    “Kimse ölmedi.” dedim mırıldanarak.
    Sanırım bu da bir şey. Alice’in sonlarda dersi astığını gördüğümde düşündüm ki…
    Sınıfa yürürken kafasındaki kısa zaman öncesine ait, son sınıfının açık kapısından gördüğü anıyı izledim: Alice hızla ve boş bir yüzle fen binasına doğru hızla yürüyordu. Hatırladığı, kalkıp ona katılma isteğini hissettim ve sonra kalma kararını. Eğer Alice onun yardımını isteseydi, söylerdi…
    Sırama çökerken gözlerimi dehşet ve tiksinmeyle kapattım. “Bu kadar yakın olduğunu anlamamıştım. Yapacağımı düşünmemiştim… Bu kadar kötü olduğunu görmemiştim.” dedim fısıldayarak.
    Değildi, diye güvence verdi bana. Kimse ölmedi değil mi?
    “Doğru.” dedim dişlerimin arasından. “Bu sefer değil.”
    Belki gittikçe kolaylaşır.
    “Tabii.”
    Ya da belki onu öldürürsün. Omuz silkti. İşleri eline yüzüne bulaştıran ilk kişi olmazsın. Kimse seni çok sertçe yargılamaz. Bazen bir insan sadece çok güzel kokar. Bu kadar uzun dayanabilmenden etkilendim.
    “Yardımcı olmuyorsun Emmett.”
    Kızı öldüreceğimi, bunun bir şekilde kaçınılmaz olduğunu kabul edişinden dehşete düştüm. Çok güzel kokması onun suçu muydu?
    Bana olduğunu biliyorum…, anılarına döndü, beni kendiyle beraber yarım yüzyıl geriye, orta yaşlı bir kadının elma ağaçları arasına gerili ipten kuru çamaşırlarını topladığı loş bir taşra sokağına götürdü. Elmaların kokusu havada yoğundu – hasat zamanı geçmişti ve atılmış meyveler yere yayılmıştı, çürükleri kokularını yoğun bulutlar halinde salıyordu. Taze biçilen kuru ot kokusu, bu kokunun arkaplanındaydı, bir karışım. Yolu yürüdü, kadının hiçbir şekilde farkında olmayarak, Rosalie için bir iş yaparken. Gökyüzü yukarıda mor, batı ağaçlarının üstünde turuncuydu. Kıvrımlı yolda yürümeye devam etti ve bu akşamı hatırlamak için hiçbir sebep yok gibi göründü, ani bir akşam esintisinin beyaz çarşafları yelken gibi uçurup, kadının kokusunu Emmett’in yüzüne göndermesi dışında.
    “Ah.” diye inledim sessizce. Sanki kendi hatırladığım susuzluk yeterli değilmiş gibi.
    Biliyorum. Yarım saniye sürmedi. Karşı koymayı düşünmedim bile.
    Anısı katlanabileceğimden çok daha açıktı.
    Ayaklarımın üzerine zıpladım, dişlerim çeliği kesecek kadar sert kilitlenmişti.
    “Esta bien, Edward?” diye sordu Senora Goff, ani hareketimden şaşkınlığa uğrayarak. İfademi onun zihninde görebiliyordum ve yüzümün iyi olmaktan çok uzak olduğunu biliyordum.
    “Me perdona.” diye mırıldandım kapıdan dışarı fırlarken.
    “Emmett – por favor, puedas tu ayuda a tu hermano?” diye sordu.
    “Tabii,” dediğini duydum Emmett’in ve sonra tam benim arkamdaydı.
    Binanın uzak tarafına kadar beni takip etti ve yakalayıp elini omzuma koydu.
    Elini gereksiz kuvvetle ittim. Bu, bir insan elindeki kemikleri kırardı ve onlara bağlı kol kemiklerini.
    “Özür dilerim Edward.”
    “Biliyorum.” Havayı derin derin içime çektim, kafamı ve ciğerlerimi temizlemeye çalıştım.
    “O kadar kötü mü?” diye sordu anısındaki kokuyu düşünmemeye çalışıp, pek başarılı olamayarak.
    “Daha kötü Emmett, daha kötü.”
    Bir anlığına sessizdi.
    Belki…
    “Hayır, daha iyi olmaz. Sınıfa dön Emmett. Yalnız kalmak istiyorum.”
    Başka bir söz söylemeden ya da düşünmeden döndü ve hızlıca uzaklaştı. İspanyolca öğretmenine hasta olduğumu ya da dersi astığımı ya da tehlikeli şekilde kontrolden çıkmış bir vampir olduğumu söyleyecekti. Mazereti gerçekten fark eder miydi? Belki geri dönmeyecektim, belki gitmek zorunda kalacaktım.
    Tekrar arabama gittim, okulun bitmesini beklemek için. Saklanmak için. Yine.
    Zamanı kararlar vermekle ya da çözümümü desteklemekle harcamalıydım; ama tıpkı bir bağımlı gibi , kendimi okul binalarından gelen düşünceleri dinlerken buldum. Aşina sesler ileri çıktı; ama o anda Alice’in gelecek görüşlerini ya da Rosalie’nin şikayetlerini dinlemek istemiyordum. Jessica’yı kolayca buldum; ama kız onunla değildi, o yüzden aramaya devam ettim. Mike Newton’un düşünceleri dikkatimi çekti ve sonunda onunla bağlantı kurabildim. Mike mutsuzdu, çünkü bugün Biyoloji’de Bella’yla konuşmuştum. Kafasındna konuyu açtığında kızın verdiği cevabı tekrar geçiriyordu.
    Onun burada kimseyle bir kelimeden fazla konuştuğunu görmemiştim. Tabii ki, Bella’yı ilginç bulmaya karar verdi. Ona bakışını hiç beğenmiyorum; ama Bella onun hakkında pek heyecanlı gözükmüyordu. Ne söylemişti? “Geçen pazartesi nesi olduğunu merak ettim.” Onun gibi bir şey. Umrundaymış gibi gözükmemişti. Pek konuşma olmuş olamaz…
    Kendini karamsarlığından o şekilde kurtardı, Bella’nın benimle olan diyaloğuyla ilgilenmediği fikriyle neşelendi. Bu beni kabul edilebilir düzeyin bayağı üzerinde rahatsız etti, o yüzden onu dinlemeyi bıraktım.
    Müzik setine sert bir müzik CD’si taktım ve diğer sesleri boğana kadar sesini açtım. Kendimi Mike Newton’ın düşüncelerine geri dönmekten, kızı gözetlemekten alıkoymak için çok fazla odaklanmam gerekti.
    Saat bitmek üzereyken birkaç kere hile yaptım. Gözetlemek değil, diye ikna etmeye çalıştım kendimi. Ne zaman beden dersinden çıkacağını, ne zaman park yerinde olacağını bilmem gerekiyordu. Beni hazırlıksız yakalamasını istemiyordum.
    Öğrenciler spor salonunun kapılarından çıkmaya başladığında, neden yaptığımdan emin olmayarak arabadan dışarı çıktım. Yağmur hafifti – saçımı yavaşça ıslatmaya başladığında görmezden geldim.
    Onun beni burada görmesini mi istiyordum? Gelip benimle konuşmasını mı umuyordum? Ben ne yapıyordum?
    Davranışımın yanlış olduğunu bilerek kendimi arabaya geri girmek için ikna etmeye çalışmama rağmen, hareket etmedim. Kollarımı göğsümde kavuşturdum ve onun, dudakları kenarlarından aşağıya inmiş bir halde bana doğru yavaşça yürümesini izlerken hafifçe nefes aldım. Bana bakmadı. Birkaç kere yüzünü buruşturarak bulutları, sanki onu gücendirmişler gibi izledi.
    Yanımdan geçmek zorunda kalmadan arabasına ulaştığında hayal kırıklığına uğradım. Benimle konuşur muydu? Ben onunla konuşur muydum?
    Soluk kırmızı bir Chevy kamyonete bindi, paslanmış, babasından daha yaşlı dev bir canavar. Motoru çalıştırmasını izledim – eski motor park yerindeki diğer araçlardan daha yüksek sesle kükredi – ve sonra ellerini ısıtıcının önüne uzattı. Soğuk onun için rahatsız ediciydi – sevmiyordu. Parmaklarıyla saçlarını ayırdı, buklelerini, sanki onları kurutmak istiyormuş gibi sıcak hava dalgasına doğru getirdi. Kamyonetin içinin nasıl kokacağını hayal ettim ve sonra hızlıca bu düşünceyi bastırdım.
    Geri gitmeye hazırlanırken etrafına göz gezdirdi ve sonunda yönüme doğru döndü. Bana sadece yarım saniye boyunca baktı, gözlerini kaçırıp kamyoneti geriye doğru sürmeden önce gözlerinde okyuabildiğim tek şey şaşkınlıktı. Ve sonra yine durdu, kamyonetin arkası Eric Teague’ı santimlerle sıyırdı.
    Ağzı üzüntüyle açılarak dikiz aynasından baktı. Diğer araba arkasından geçtiğinde, bütün kör noktaları iki kere kontrol etti ve park yerinden o kadar dikkatle çıktı ki sırıtmama neden oldu. Sanki eski kamyonetinin içinde tehlikeli olduğunu düşünüyormuş gibiydi.
    Bella Swan’ın ne sürüyor olursa olsun, herhangi birine tehlikeli olması düşüncesi, kız önüne bakarak önümden geçtiğinde beni kahkahalarla güldürdü.[/font]

      Forum Saati Cuma Mart 29, 2024 9:52 am